Türkiye'de Sol ve Açmazları

Üç sorunu özetle ortaya koyarak, Türkiye solu, solun evrensel gündemi ve Cumhuriyetin temel değerleri üçgenindeki açmazları açıklamaya ve solun cumhuriyet ve laiklikle olan ilişkisi bağlamında yıllardır solun iktidar olamaması üzerinden tartışılan "solun krizi"ni Türkiye sosyal demokrasisi merkezli olarak tartışmaya çalışacağım.

Yeniden üretim sorunu


Batı'da solun, kimi zamanlar geriye düşse dahi her zaman ciddi bir iktidar alternatifi olabilmeyi başarması, Türkiyeli sosyal demokratlar için üzerinde düşünülmesi gerekli bir konudur. Avrupa sol zihniyetinin ayırıcı özelliği, değişen politik, iktisadi ve toplumsal koşullar karşısında kendisini soru(n)/sorunsallardan mahrum bırakmaması, aksine, dönemin, mekânın ve koşulların yeniden gözden geçirilmesi yoluyla kendisine yeni sorunsal alanları belirleyerek ve sorunsal önceliklerini yeniden kurarak, kendisini "yeniden üretmesi"dir.

Türkiyeli sosyal demokratların ilk açmazı, CHP vasıtasıyla, kendilerini kadim devletin kurucusu, sahibi ve ebediyete dek yılmayacak bekçileri olarak görmeleridir. Dolayısıyla devlet/sistem/rejim, Türkiye solu için özel bir anlam kazanıp müdafaası her şeyden öncelikli bir nesneden farksız hale geliyor. Daha da ötesinde, bu zihniyetin içerisinden konuşanlar için, bir müddet sonra "ebed müddet" devlet ile kendi varlıkları türdeş ve iç içe geçmiş tek bir "şey"i ifade etmeye başlıyor ve ikinci açmaz tam da buradan doğuyor.

İkinci açmaz, Türkiyeli solun, devletine olan sahibiyet hissi nedeniyle kendisini buradan türeyen sabit kavramlara özgülemesidir, böylece kendisini o sabit kavramlar ile ifade edebilme, hatta ötesinden sürdürebilme istencini ortaya koymuş olmasıdır. Nitekim, buna paralel olarak Türkiye'de solun başarısızlığının ardında yatan öncelikli neden, kendisini sabit başlıklara özgülemesi ve değişen zamana karşı inatla aynı dar başlıklar üzerinde, aynı dar "söylem" ile kendisini var etmeye çalışmasıdır. Cumhuriyet, laiklik, Atatürk ilkeleri ve bunlardan türeyen benzer kavramları temeline alan Türkiye solu, "durmaksızın" bu kavramlara ilişkin, üstelik "aynı" kaygıları ve koruyucu şeyleri söyleyerek, bu sabitlerine dayanarak "aynı söylemi" üretti. Yeni koşullara, yeni topluma ve yeni bireyine yeni cevaplar verememe aczine düştü.

Bu "kendini tekrar"ın ardından, evrensel solun kimi başlıklarını da kaba hatlarıyla kendi merkezine eklemlemeye çalışan Türkiye sosyal demokrasisi, sosyal adalet/sosyal devlet menşeli ana başlıkların "sadece" dillendirilmesinin sol olmak için yeterli olacağını düşündü, nitekim söylemde ve pratikte önemsiz bir yer "işgal eden" evrensel sol gündemin, bu eklemlenme ile kendilerini "sol yapacağına" gerçekten de inandılar, ayrıca bu işi bir toplumsal onay aracı olarak görmekten de imtina etmediler. Dolayısıyla Türkiyeli sosyal demokratlar, asla evrensel sol gündemin başlıklarını asıl meseleleriymiş gibi sahiplenmediler, bunu salt bir meşruiyet ve onay aracı olarak kullanmayı yeğlediler.

Nitekim, bu çarpıklıkların ardından gelen her başarısızlığın sonrasında ortaya çıkan ittifak, solda birlik vb. tartışma ve başlıklar, burada kısaca çerçevesini çizmeye çalıştığım solun zihniyet çarpıklığını aşmasında hiçbir katkısı olmayan ve olmayacak, aksine bu çarpıklığın üzerinden yükselen sığ başlıklardır.

Cumhuriyet, laiklik, Atatürk...


Bir de, Türkiyeli sosyal demokratların sıkça dillendirdikleri Cumhuriyetin temel değerlerini koruma kaygısına değinmek gerekiyor, bu da üçüncü açmaz. Aslında, sol, "zaten" tarihsel arka planı itibarıyla Cumhuriyeti savunur, laiklik taraftarıdır ve seküler hayatı destekler. Dolayısıyla, "zaten" öncülü ile ifade ettiğimiz bu kavramları merkeze almak, hele hele artık bu kavramların yerleşikleştiği bir ülkede bunu yapmak, boşa sopa sallamaktan farksızdır. Kaldı ki bu değerleri savunmak, sizi 19. yy Fransa'sında solcu yapabilirdi fakat bugün, başlı başına bu değerler sol yapmaya yetmez.. Çünkü bugün sol olmak, günün ideolojilerinin içselleştirdiği bu kavramların ötesinde daha farklı değerlere ve sorun alanlarına sahip çıkmak, bunları "dert edinmek" ile mümkündür. Nitekim, sağ zihin dünyalarının da bu kavramlar -cumhuriyet ve laiklik...- ile bir sorunu kalmamıştır artık, dolayısıyla bir sol partinin cumhuriyet, laiklik, seküler hayat vb. kavramların üzerinden siyaset üretmeye çalışması onu sağ ideolojilerden ayırt etmeye yetmeyecektir. Bu tutum, geçenin ve yerleşenin üzerinden bugüne dair çözümler ve geleceğe dair varsayımları yeni ortaya çıkışlara "rağmen" üretmeye çalışmaktır.

Son tahlilde bu zihniyet, bugünü ve bugün eliyle yarını kaçırmaktır, bugüne ve müstakbel geleceğe karşı akıl almaz bir direniştir, muhafazakârlığın da ta kendisidir.

Yeni bir neden bulmak


Cumhuriyetin temel değerlerini savunma merkezli bir bakışın, solu ister istemez statükocu, muhafazakâr ve evrensel sol gündemden uzak düşürecek bir anlam ifade ettiği ortada. Türkiye solunun bu gerçeği görebilmesi, en az kendisini çarpık olmayan bir zihniyet dünyasında yeniden kurması kadar önem taşıyor.

Etnik, dinsel, siyasal, cinsel... mağdurları, küresel iklim değişikliğini, sosyal devletin tasfiye edilmesini, uluslararası barışın tehdit edilmesini... kendisine "dert edinecek" ve daha da önemlisi kendi varlık nedenini tam da buradan kurabilecek bir sol partiye ihtiyaç var. Cumhuriyet, laiklik, seküler hayat... kaygıları, bize ne politik olarak ne de entelektüel olarak hiçbir şey kazandırmıyor, aksine her yönüyle geleceğimizden çalıyor.

AKP'ye Hayır Demek İçin Yedi Neden

AKP, yaklaşım dokuz yıldır iktidarda bulunuyor. İktidara geldiği ilk dönemde, sol-liberal çevrelerin de desteğini alarak tabanını genişleten AKP, özellikle 2007 genel seçimlerinin ardından yapamadıkları ve üstlenemedikleri ile yaygın bir hayal kırıklığı yarattı. Bunların üzerinden giderek, AKP'ye muhalif bir pozisyonun arka plânında nelerin olduğunu irdelemeye çabalayalım.

İlk madde, yeni anayasa konusu. Temmuz 2007'de, AKP'yi, sadece asker vesayetine karşı arkanızda durmak için değil aynı zamanda siyasal sistemi, hukuk düzenini, hak ve özgürlükleri evrensel standartları karşılayabilecek şekilde düzenleyecek bir yeni anayasa çalışması vaadine güvenerek, içerisinde epeyce sol-sosyalistin de bulunduğu yüzde 47'lik bir kitle destekledi.Fakat AKP, ardında yüzde 47'yi bulan desteğe rağmen, aradan geçen dört yılda yeni anayasa hazırlanması adına en ufak bir adım atmaktan imtina etti; aksine yeni anayasa ile ilgili tüm talepleri erteleme yoluna gitti ve kendisini daha çok demokrasi ve özgürlük adına destekleyen kitleleri hayal kırıklığına uğrattı.

İkinci madde, hafiflemesi şöyle dursun, giderek ağırlaşan Kürt sorunu. DTP Meclis'e girmişti ve Kürt hareketinin meşru, seçilmiş temsilcileri en sonunda Mecliste'ydi; artık hükümetin karşısında muhatap alabileceği birileri vardı; üstelik hem siyaseten hem de hukuken, DTP'yi muhatap alırken bir sorun yaşanmayacaktı. Nitekim söz konusu olan, halk oyu ile seçilmiş, meşru bir siyasal partiydi. Memleketin sağlı sollu demokratları olarak epey umutlandık bu dönemde; Erdoğan ve arkadaşlarının söylemleri oldukça kararlı ve net gözüküyor dedik, Kürtler Meclis'te temsil ediliyor ve AKP ile birlikte Kürt sorununda çözümsüz kalan yerlerin altını dolduracaklardır diye sevindik. fakat anladık ki, o kadar safdil hayallermiş ki bunlar; bırakın Kürt sorununu çözmeyi, hükümet Kürtlerin meşru temsilcilerini dahi muhatap almaktan imtina ediyordu. Seçilmiş bir milletvekili olan Ahmet Türk'ün elini sıkmak, milletin Meclis'inin vekili olan DTP'lilere Başbakanlık'ta randevu vermek, aylara taşan büyük bir olay haline geliyordu. Mikforonların başına geçip Kürtçe konuşmaktan geri durmuyordu Erdoğan, fakat Ahmet Türk Kürtçe konuştuğunda Meclis TV yayınını kesiliyordu; "bu memlekette Kürtçe konuşulacaksa, onu da biz konuşuruz" dercesine. Anladık ki, AKP'nin Kürt sorununu çözmekten muradı, kendi makul ve makbul Kürdünü yaratıp, kendi frekanslarıyla uyumlu hareket eden bir topluluk oluşturmaktı.

Üçüncü madde, Alevilerin yıllardır dile getirdikleri taleplerle ilgili hükümetin pozisyonu. Alevilerle ilgili temel sorunlar ve talepler basitti aslında ve bunların tamamı, özünde Alevi kimliğinin tanınmasına çıkan taleplerdi: Cemevlerine ibadethane statüsünün tanınması ve zorunlu din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinin kaldırılması ya da seçmeli hale getirilmesi, öncelikli iki talepti. Aradan geçen 9 yıla rağmen, AKP, sayısını artık hatırlamakta zorlandığım kadar çalıştay düzenleyip, raporlar yayınlamanın ötesine geçemedi. Yine anlamakta güçlük çektiğim, Cemevlerini Alevilerin ibadethanesi olarak tanımak, din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerini Alevileri mağdur etmeyecek şekilde düzenlemek bu kadar güç müydü ve bu düzenlemeler için sayısız çalıştaya ve binlerce sayfalık raporlara gerek var mıydı?

Burada bir parantez açmak gerekiyor; bu da dördüncü maddemiz olsun: Kürt sorunu ile Alevi sorununda AKP'nin aynı meşum refleksi ürettiğini görüyoruz: "bu (Kürt ve Alevi sorunları) sorun vardır, bu sorunun varlığını kabul ediyorum ve bu sorunu da benim kodlamalarım ve tanımlarım, pozisyonum eşliğinde çözeceğiz." Daha açık bir ifadeyle AKP, Kürt ve Alevi sorunlarına yaklaşırken makbul/ideal Kürt ve Alevi kimliği yaratma çabasına girişip, hükümet yaklaşımı dışındaki tüm yaklaşımları ve kendi kodlarına uymayan tüm Kürt ve Alevi unsurları muhatap dahi almaktan imtina etti; bu kesimleri marjinalleştirme yolunu yeğledi. AKP'nin bu yaklaşımı, bu sorunlara reddiyeci yaklaşan yasakçı zihniyetten daha tehlikeli; çünkü bu kez de sorunu çözme çabası görüntüsü altında bir soft-baskı ve tek tipleştirme istenci söz konusu oluyor ve bu ahlâksızlığın şemsiyesi de, demokratikleşme olarak tezahür ediyor.

Beşinci madde, Avrupa Birliği ile ilişkiler. 2007'de sandığa gidildiğinde, AB'den müzakere vizesini alalı iki yıl olmuştu ve düşünüyor ve diyorduk ki, "Cumhurbaşkanlığı krizi de çözülüyor, ayrıca yüzde 47'lik destekle AKP yeni anayasa konusuna da hızla eğilecek..2005 yılından beri durmuş haldeki AB süreci de, kaldığı yerden ve daha hızlı olarak devam eder.." Epey umudumuz vardı sayın Erdoğan. Kapalı halde bekleyen fasılların açılması için olağanüstü bir dış politika trafiği yürüteceğinizi, gerçekleşen reformları içselleştirici adımlar atıp gerçekleşmesi gerekli reformlar için de irade göstereceğinize ve tüm bu süreci demokratikleşmeye dair sorunlarla birarada yürüteceğinize inanmıştık. Fakat 2007'den 2011'e, AB-Türkiye ilişkilerinde elimizde koskoca bir sıfır bulunuyor; de facto olarak Türkiye -AB ilişkileri 2005'ten bu tarafa dondurulmuş halde bir kenarda bekliyor. Bu kadar iyimser beklentiler içerisinde olduğumuz Başbakan Erdoğan'ın, AKPM'de Avrupalı parlamenterleri haşlayan türde, agresif ve alacakaranlık 90'ların melun siyasilerini hatırlatan sevimsizlikte bir konuşma yapmaktan imtina etmediğini de hatırlatalım.


Altıncı madde, hayatın her yanını istisnasızca sarmış olan neo liberal dalgaya, hükümetin daha yakından el vermesidir. AKP zihniyeti, yoksulların, çalışanların, öğrencilerin, ağaçların, hayvanların, şehir dokularının...değil işadamlarının ve işkadınlarının, güldüklerinde tüm dişleri sinir bozucu netlikte görülen memleket zenginlerinin ve müteşebbislerinin yanında yer almayı yeğledi. Bir avuç müteşebbisin girişimcilik ruhunu teşvik etmek adına, milyonları sefalete sürüklemekten ve şehirlerimizi neo liberal dönüşümün acımasız ellerine itmekten imtina etmedi.

Son maddemiz ise, sizinle ilgili Sayın Erdoğan. hatırlarsınız, bir zamanlar sizin en afilli destekçilerinizden olan Fehmi Koru, "Obama gibi geldi, Bush gibi oldu" buyurmuştu sizin için. evet, tam olarak son meşum bu: kasımpaşalı gecekondu çocuğu Tayyip gitti, yerine ankaralı Erdoğan geldi. her öfke nöbetinizde, her tahammülsüzlük gösterinizde, her iktidar tatmininizde, gücünüze mahkum birisi haline geldiğinizi izliyorum.

AKP'nin pek çok alanda alanda Türkiye'ye nefes aldıran, ülkeyi ileriye taşıyan pek çok icraatı oldu ve dünya görüşüm Erdoğan ve arkadaşları ile paralellik göstermese dahi, bu icraatların gerekliliğini her platformda savundum; çünkü özgürlükçü, demokrat ve adil olabilme kaygım vardı. Ve bugün yine salt aynı kaygılarla, AKP'ye hayır diyorum. Daha özgür, daha demokratik ve daha adil bir Türkiye için, AKP'ye hayır dememiz gerekiyor.

27 Mayıs: Askeri Darbeler Perdesini Açmak

Bugün, Türkiye'de askeri darbeler dönemini açması/mümkün kılması bakımından önemli bir yere sahip olan 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin kırk birinci yıldönümü. 27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinde alt rütbeli askerlerin teşebbüs ettikleri ve başarıya ulaştıkları ilk ve tek darbedir ve darbe, daha sonra Milli Birlik Komitesi olarak anılacak 38 askerin örgütlenmesiyle dönemin iktidarına karşı, asker/sivil bürokrasi-aydınlar ittifakıyla gerçekleşmiş, devletçi seçkinlerin 10 yıllık bir aradan sonra iktidarı ele almalarını beraberinde getirmiştir.

27 Mayıs darbesi, öteden beri sol/Kemalist çevreler tarafından bir şekilde sahiplenen bir darbe olageldi. Bu sahiplenme, kimi kez darbeyi açıkça savunmak olarak tezahür ederken, kimi kez ise darbeyi "müdahale - balans ayarı" olarak tanımlayan yorumlarda hayat buldu.

27 Mayıs sonrasında sorulan temel soru, "27 Mayıs müdahalesinin meşru olup olmadığı"idi. Bu iddialara cevaben, demokrat parti iktidarının meşru olup olmadığı sorgulanmış ve DP iktidarının hukuken meşru, fakat samimi olmadığı, bu nedenle de Türk halkının "direnme hakkı"nı kullanarak 27 Mayıs müdahalesi eliyle iktidarı devirdiği ileri sürülüyordu. Onar Komisyonu üyelerinden Prof. Kubalı'nın meşruiyet tezi, bu yöndeydi.

DP, meşru bir iktidarın sağlaması gereken tüm siyasi/hukuki şekil şartları taşıyordu. Sorun, DP'nin özellikle 1957 seçimlerinden sonra hızla hırçınlaşması ve anti demokratik uygulamalara girişmesiydi. Ayrıca, 1957 seçimlerinde muhalefetin oylarının toplamı, DP'yi geçiyordu. ve 1960'a gelindiğinde, olası bir seçimde DP'nin iktidarı kaybetme olasılığı pek güçlüydü. Ve Menderes'in de, gergin ortamdan bunalarak 1960 sonbaharında gerçekleştirilmek üzere erken seçim kararı almayı planladığı da biliniyordu.

Şartlar böyleyken, DP iktidarı halk eliyle devrilip iktidar cezalandırılabilecek iken, kendilerine görev biçen birileri çıktı ve halk adına yönetime el koyduklarını söyledi ve halkın vergileriyle kendilerine verilen silahları, halkın seçtiği temsilcilere doğrultmaktan çekinmediler.

27 Mayıs, gerek 1961 anayasası ile gerekse yarattğı özgürlükçü ortamla olumlanabilir. Fakat hiçbir şey, o sürecin bir darbe olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Ülke sorunları, sadece demokratik kurumlar ve kurallar çerçevesinde sağlanan süreçlerle çözülebilir. İşte 27 Mayıs, hukukun üstünlüğüne ve kurumlara olan bu inancı temelinden sarsması bakımından büyük bir eleştiriyi hak etmektedir. Öyle ki, 27 Mayıs sonrası süreçte, eline silah alan bıyıkları yeni terlemiş teğmenler, darbe teşebbüsüne cesaret eder hale geldiler. 27 Mayıs'ı iyi okumak, en az 12 Eylül kadar etraflı eleştirel analizler yapmak gerekiyor. Nitekim, artık "senin darben kötü benim darbem iyi" demeksizin ülkeyi, en azından düşünsel anlamda düze çıkartabilmek gerekiyor. En azından entelektüel namus, darbeye darbe demeyi zorunlu kılıyor; bunu da hatırlatmış olalım.

TRT'yi Özelleştirmek

TRT'nin özelleştirilmesi, geçtiğimiz yıllarda, devlet tiyatrolarının kapatılması tartışmaları sırasında gündeme gelen, sağ ve sol cenahtan pek çok ismin üzerinde kalem oynattığı bir tartışma konusuydu.

Televizyon yayıncılığının teknik olarak ancak devlet tarafından gerçekletirilmesinin mümkün olduğu yıllarda kurulan ve Özal ile birlikte ortaya çıkmaya başlayan çok kanallı dönemle birlikte varlığını devam ettiren TRT, yüzlerce televizyon ve radyo kanalının rahatlıkla yayın yapabildiği bugünlerde halâ devlet tekelindedir ki, açıkçası hem teknik anlamda, hem de yasal olarak bir gereklilik söz konusu değil.

Bu noktada belki, sadece TRT'nin gerçekleştirdiği "hemen her kamuoyu duyurusunu yurttaşlara aktarma" işi noktasında bir sıkıntı doğabilecektir, bu da özelleştirme şartnamesine eklenecek bir düzenleme ile aşılabilecek bir durumdur. Nitekim resmi duyuruların hangi düzende ve nasıl aktarılacağının çizildiği bir çerçeviyi oluşturmak güç değil. Öte yandan, halihazırda RTÜK eliyle radyo ve televizyonlar üzerinde sıkı bir devlet denetimi bulunuyor ve TRT'nin radyo ve televizyonlar üzerinde denetleyici bir işlevi de bahse konu olmadığından, TRT'nin özelleştirilmesi tartışmalarında sıkça dillendirilen özel kanalların denetimi ile ilgili kaygılar da yersiz.

TRT, teknik imkânların sınırlı olduğu ve devletin öncülük yaparak temelini attığı televizyonculuk yıllarının bir ürünü olarak ortaya çıktı, 1980'lerden itibarense devletçi pozisyonun kitlelere aktarılmasında önemli bir rol üstlendi, 90'larda ise daha geri planda da olsa bu işlevini sürdürdü. Evlerde uyduların, kablolu televizyonların ve belki ismini bilmediğim bilimum araç gereçin olduğu, televizyon kurmanın teknik ve yasal olarak pek de imkansız olmadığı zamanlarda, devletin artık televizyonlardan çekilmesi gerekiyor.

Bunu, "minimum devlet" sanrısıyla yarı ayık etrafta gezinen neoliberalgil familyası uzantısı bir zihniyetle değil de, devletin işlevi ve bireyin zihninin özgürleşebilmesi paydasında ele alırsak, ideolojik kalıplardan öte bir makul değerlendirme yapmak mümkün olur. Bu nedenle TRT'nin özelleştirilmesi üzerinde fikir yürütürken, başlıktaki meşum "özelleştirme" sözcüğü bizleri yanıltmasın. Kaygımız daha çok özgürlük, daha az devlet.

Özgürlük versus Güvenlik: Tamamlayıcı Bir İlişki Olarak Özgürlük - Güvenlik İlişkisi

Güvenlik ile özgürlük arasındaki ilişkinin tamamlayıcı bir niteliğe sahip olup olmadığı, modern demokrasilerde öteden beri bir tartışma konusu. Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinde, yükselen terör kaygısı nedeniyle ulusal güvenliği arttırma adına sivil özgürlük alanını daraltan güvenlik merkezli bir yaklaşım öne çıktı ve bu durum da güvenliğin sağlanması için sivil özgürlüklerden taviz verilmesinin bir zorunluluk olup olmadığı tartışmasını doğurdu. Bu süreçte pek çok AB ülkesi de, gerek güvenlik güçlerinin yetki alanını genişleten anti terör yasaları ile gerekse gündelik hayatı etkileyen güvenlik merkezli tedbirlerle, sivil özgürlük alanının daraltıldığı endişesine neden oldu. Özgürlük - güvenlik ilişkisi, özellikle 11 Eylül sontasında yükselen uluslararası terörizm tehdidi nedeniyle daha fazla güvenliğin, daha az özgürlüğe; daha çok özgürlüğünse daha az güvenliğe tekabül edip etmediği bağlamında tartışılıyor.

Özgürlük - güvenlik ilişkisine ilişkin ilk fikre göre, artan güvenlik, azalan özgürlüğe denk düşüyor; başka bir deyişle, bireysel ve toplumsal güvenliği arttırıcı her önlem, özünde bir kısıtlama barındırdığından bireysel ve kollektif özgürlüklerden geri adım atılmasını zorunlu kılmakta, dolayısıyla özgürlükler kısıtlanmaktadır. Buna karşılıksa karşıt yaklaşıma göre, "özgürlüklerin varlığı için öncelikle güvenliğin varlığı şarttır; bireysel ve toplumsal güvenlik sağlanabilirse, o güvenli ortam içerisinde özgürlükler kullanılabilir. bu nedenle güvenliği ve güvenlik uygulamalarını özgürlüğün düşmanı değil, aksine varlık sağlayıcısı olarak görmek gerekir."

Şimdi, bu iki karşıt fikre saplanıp kalmaksızın özgürlük - güvenlik ilişkisi/dengesi üzerine neler söyleyebileceğimize göz atalım.

Yukarıda özetlediğim her iki fikrin ortaklaştığı nokta, gözden kaçmadığı şekilde, özgürlük ile güvenlik arasında karşıt ve çatışmacı bir ilişki olduğuna dair yargıdır. Oysa bu yaygın kanaatin aksine, özgürlüklerimiz ile güvenlik uygulamaları arasında aslında "tamamlayıcı" bir ilişki vardır. Eleştirilebilecek epey şey olmasına ve eksikliklerine rağmen özgürlüklerin en başarılı şekilde yaşanbildiği Batılı ülkelerde, tarihsel olarak özgürlüklerin tanınması ve pratik edilmesi, bireysel, toplumsal ve kurumsal güvenliğin "söz konusu özgürlükler çerçevesinde" güvenceye alınmasıyla mümkün olmuştur. Daha açık bir ifadeyle, özgürlükler yasal çerçeveye kavuşturulurken ve gündelik hayatta özgürlükler varlığını sürdürürken, söz konusu özgürlüklerin varlığı/ortaya çıkış nedenleri/gerekliliği zemininde ve öncelikle "özgürlüklerin varlığını güvenceye alma" saikiyle, tamamlayıcı bir güvenlik anlayışını benimsemişlerdir.

Peki, özgürlük ile güvenlik çelişkili midir ve bu ikili arasındaki ilişkiyi nasıl kurgulamak gerekir?

Esasında güvenlik, hareket noktasını özgürlüklerin "özü"nden aldığı sürece tamamlayıcıdır ve özgürlükleri güçlendiren, özgürlüklerin varlığı çerçevesinde bizlere güvenli bir bireysel, toplumsal ve kurumsal çerçeve vaadeden bir uygulamadır. o halde, her ne alanda olursa olsun, uygulanacak her güvenlik tedbirinin veya gerçekleştirilecek her düzenlememnin, özgürlüklerin özüne dokunmaması gerektiği, aksi durumun özgürlük-güvenlik dengesi ile çelişeceğini söylemek mümkündür. özgürlüklerin özünü görmezden gelen her yaklaşımınsa, "güven(lik)"ten ziyade, "yasağa tekabül ettiğini" eklemekte fayda var.

O halde, özgürlük - güvenlik ilişkisini, pratik söz konusu olduğunda açıklamaya çalıştığımız zeminde nasıl uygulamak gerekir?

Tıpkı temel hak ve özgürlüklerde olduğu gibi güvenlikle ilgili özel ve genel tüm uygulamalarda ve düzenlemelerde, özgürlüklerin özüne dokunma yasağının gözetilmesi, aslında net olan özgürlük-güvenlik ilişkisinin muğlak sulara itilmesini, özgürlükleri daraltmak için fırsat kollayan otoriter zihniyetin güçlenmesini engelleyici bir faktör olacaktır.

Sanıyorum, uluslararası terör tehdidinin arttığı, insanların kendilerini daha az güvende hissettiği bugünün dünyasında, hak ve özgürlüklerimizi korumanın ve bunun da ötesinde geliştirmenin yolu, özgürlük ile güvenlik arasındaki tamamlayıcı ilişkinin varlığını teslim eden ve özgürlüklerin özünü tüm eylemlerde referans haline getiren yaklaşımı benimsemekten geçiyor.

Kanal İstanbul: Neo - Liberal Teyakkuzun Mekân Hali

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde merakla beklenen çılgın projesini kamuoyu ile paylaştı ve Erdoğan'ın "Kanal İstanbul" olarak isimlendirdiği çılgın projeden muradının, İstanbul'a uygulanması epeydir planan fakat bir türlü hayata geçirilemeyen kentsel dönüşüm uygulamalarının, "çılgın proje" etiketiyle geniş kapsamlı olarak kısa sürede tamamlanması olduğunu öğrenmiş olduk. Öncelikle "kentsel dönüşüm"e dair kısa bir hatırlatma ile başlayalım.

1980'lerin ilk yıllarıyla birlikte,II. Dünya Savaşı sonrasındaki toplumsal-insani kaygıları da ilgi alanına alan iktisat anlayışının yerini, salt kâr ve kâr arttırma odaklı ekonomik neo - liberalizmin alması, sadece iktisadı ve siyaseti değil, şehirlere olan bakışı da derinden etkiledi. Nitekim neo - liberal zihniyet, kâr elde edilmesinin yeterli olmadığını, kâr edişi sürekli kılmanın da önemli olduğunu söylüyor ve neo - liberalizm öncesi dönemden farklı olarak, kâr devamlılığı/artışı ve pazar genişlemesi adına hayatın istisnasız her unsurunu, iktisaden gerçeklenmeyi” bekleyen birer iktisadi hedef haline geliyordu: okullar, toplu taşıma araçları, hastaneler, otoyollar, kamu binaları..

Şüphesiz, neo - liberalizmin ağırlığını giderek hissettirdiği 1980 sonrası dönemde, şehirler de bu kâr merkezli sürecin dışında kalamadı. Neo liberal zihniyet, kendisinin birebir yansıması olacak yeni şehirler/varlıklar ortaya çıkartmak ve eskiyi kovmak için uğraş vermeye başladı ve şehirleri öylesine ideolojik bir kurguyla şekillendirmeye çabaladı ki, o şehirlerde yol kat ettiğinizde şehrin ideolojik dokusu, her an size kendi yaratıcısının meşum ismini fısıldayacak, sabah akşam durmaksızın çalışmanın, daha çok kazanmanın ve yine kazanmanın kutsandığı neo liberal mekânlar olduklarını haykıracak.

İstanbul'un dokusuna verilen neo - liberal zarar süreci, 1980'lerin ilk yarısından itibaren türkiye’nin ekonomik olarak dışa açılması süreciyle birlikte başladı. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır devam eden “yeni İstanbul” sürecinin taşıyıcısı, ideolojik içerikleriyle tezatlık oluşturacak şekilde “muhafazakâr” olduklarını ifade eden merkezi ve yerel yönetimler oldu. İstanbul, kendinden en çok parçayı, muhafazakâr olduğunu söyleyen iktidarlar döneminde yitirdi. Nitekim “muhafazakârlık” söylemi, bu yıkım sürecinde kitlesel bir meşruiyet/onay aracı olarak işlevseldi.

800 hektar orman alanına mal olmasına ve Boğaz'ı iyiden iyiye bir köprü çöplüğüne dönüştürecek olmasına rağmen Boğaz'a üçüncü köprü yapılması isteniyor, özel yasa ile korunan Boğaz tepelerindeki arazilerde Arap şeyhleri için gökdelen/konak vs. izni çıkartılmaya çalışılıyor, Cumhuriyet mimarisinin özgün örneklerinden olan İMÇ blokları yıkılarak yerine 50 adet “modern” villa yapılması tasarlanıyor, bin yıllık Bizans mahallesi Sulukule'yi ortadan kaldırıp villaların ve sitelerin kaplayacağı ve elbette Sulukule yerlilerinin barınmayacağı bir “yeni” Sulukule kurulmak isteniyor. En son öğrendiğimiz çılgın proje ile de, tüm bu saydığım meşumları da bardıran, toplu bir kentsel dönüşüm ve neo liberal transformasyon hedefleniyor.Başka bir deyişle, tüm merhametsizliği ve vulgarlığı ile “eskiye yer olmayan yeni bir dünya, yeni bir İstanbul kuruluyor ve buradaki "yeni"nin dini de, şüphesiz ki iktisat dininin en saldırgan mezhebi olan neo - liberalizm.

Erdoğan'ın, "çılgın proje" dediği Kanal İstanbul'da, yoksullara, işsizlere ve diğer ötekilere yer yok. Doğaseverlere yer yok, sanatseverlere yer yok, hayata dair kaygıları olan insanlara yer yok. Erdoğan'ın yeni İstanbul konsepti, işadamları ve işkadınları demektir; finans merkezleri demektir, kaç kat olduğunun sayılması güç olan binalar demektir, binlerce ağaç kesip sonrasında beş-altı ağaç dikmeyi doğaseverlik olarak göstermektir, yoksulları şehir dışına sürmektir.

Salt İstanbul'u korumak için değil, İstanbul özelinde diğer şehirleri de korumak için, Erdoğan ve arkadaşlarının Kanal İstanbul projesine karşı çıkılması gerekir. Daha da ötesi, hayatlarımıza dayatılmaya çalışılan neo - liberal zihin dünyasının hayat alanımız olan şehirlerimiz ve mekânlarımız üzerinden topluma saldırmasına hayır demek gerekir.

Kanal İstanbul projesi, topluma pervasızca bir meydan okumadır. Ve şüphesiz İstanbul sakinleri de, İstanbul'un geleceği konusunda karar verme iradesine sahiptir. İstanbul, Erdoğan ve arkadaşlarının keyfine terk edilemeyecek kadar topluma aittir; bunu da hatırlatmak ahlâki bir zorunluluktur.

Devlet Tiyatroları Kapatılmalı mı?

Birkaç yıl önce dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın Devlet Tiyatroları'nın mevcut statüsüyle ilgili "devlet tiyatrolarının özelleştirileceğine" yorulan açıklamaları ve şu anki bakan Ömer Çelik'in de "Devlet tiyatrolarında modeli değiştireceğiz." açıklamaları, aslında uzunca süredir tartışılan bir konuyu yeniden gündeme getirmiş oldu. Nitekim bu konu, yaklaşık dört yıl önce Prof. Atilla Yayla'nın Zaman gazetesindeki bir makalesinde ortaya attığı, gazeteci Gülay Göktürk'ün desteklediği ve sanat çevrelerininse ağırlıklı olarak karşı çıktığı bir öneriydi.

Bu önerinin ilk elde provokatif ve tartışılması abes gözüktüğü söylenebilir fakat devlet tiyatrolarının varlığının tartışılmaz ve pür-i pak bir gerçeklik olmadığını da teslim etmek gerek. Elbette devletin sanatın her dalına olduğu gibi tiyatrolara da destek vermesi gerekiyor fakat destek ile sahibiyet/müdahale arasındaki çizginin muğlak seyrettiği bir hal söz konusuysa, devlet tiyatroları ile siyasal otorite arasındaki ilişki hiyerarşik bir süreçte yürüyorsa, daha da açığı, eğer devlet tiyatroları "devletin tiyatroları" olarak varlığını sürdürüyorsa, devlet tiyatrolarının statüsünü sorgulamaya şiddetle gereksinim vardır. Devlet - tiyatrolar ilişkisi, devlet tiyatrolarının kaldırılması-kaldırılmaması tartışmasına indirgenemeksizin, devletin tiyatrolara daha fazla destek olması/tiyatrolar üzerindeki bürokratik vesayetin kaldırılması ve tiyatroların idari ve mali özerklik ile sanat özgürlüğü ilkeleri üzerine oturabilmeleri üzerinden tartışılmalıdır. nitekim temel sorunumuz, tiyatroların idari anlamda, mali anlamda ve sanat boyutuyla kendini gerçekleştirirken bir vesayet şemsiyesine maruz kalmasıdır ve eğer devlet tiyatrolarını tartışacaksak, işe bu maddelerden başlamak gerekiyor. Bir tarafta devleti akla gelen hemen her alandan çekmeye yeminli yeni liberal kalemler, diğer yandan devlet tiyatrolarını cumhuriyetin kalesi olarak gören ve orada devletin varlığını cumhuriyetin al-i menfaatinden sayan tutucu zihniyet. Maalesef her iki pozisyon da, bahsettiğim sorunları ıskalıyor ve sorunun gerçek boyutunun konuşulmamasına yol açıyor.

Birey ve toplum üzerinde yasal ve pratik denetleyici bir aygıt olan devletin sanatı da sanatçısı da olmamalı. Sanat(çı), özgür olabildiği ölçüde sanatçıdır, kurumsal bir aygıtın filanca sayılı kanununa bağlı bir memur, sanatı ve sanatçıyı bürokrat aydın yapar, sanattan koparır. Devlet tiyatroları özerkleştirilmeli, devlet direkt ve beklentisizce tiyatroları finanse etmeli, idari ve mali anlamda tiyatrolar tam özerkliğe sahip olmalı.

Bir de şunu eklemiş olalım, bu konuyla ilgili asıl konuşması gerekenlerin, devlet tiyatrosu oyuncularının seslerini duymak pek mümkün olmuyor. Konuşanlar da çoklukla statükonun devamından ve devlet aklının oyunculuğundan öteye gidemiyor.

Almanya'da Süper Seçim Yılı: Neler Oluyor?

Almanya, yıl içerisinde 7 eyaletinde seçim gerçekleşecek olması nedeniyle, siyaseten epey hareketli bir döneme girmiş durumda. Hatırlatalım, Almanya'da Federal Parlamento'nun bir kanadı, eyalet temsilcilerinden oluşuyor ve eyalet temsilcileri kanadında çoğunluğa sahip olan parti(ler), hükümeti pek çok konu başlığında frenleme gücüne sahip olabiliyorlar. Bu nedenle eyaletlerde de seçim kazanabilmek, aslında federal düzeyde iktidar olabilmenin bir uzantısı okunabilir.

İlk seçimler, geçen Pazar günü Hamburg eyaletinde gerçekleşti ve Sosyal Demokrat Parti (SPD), açık bir farkla seçimleri kazanarak tek başına iktidar oldu. Böylelikle hristiyan birlik partileri (CDU/CSU), parlamentonun eyaletler kanadında 3 sandalye daha kaybederek zaten yitirmiş oldukları çoğunluğu daha da güç bir duruma sokmuş oldular.

Önümüzdeki 8 ay boyunca, 6 eyalette daha seçimler gerçekleşecek. Ayrıntılı olarak bakacak olursak;

Güney batıdaki Baden Württemberg eyaleti, Hristiyan Birlik partilerinin kalesi. Stuttgart, Tübingen, Freiburg gibi şehirleri barındıran eyalette, Mart'ın son haftası gerçekleştirilecek seçimlede SPD-Yeşiller koalisyonunu doğuracak bir seçim sonucu bekleniyor fakat şu haberi vermiş olayım ki, Yeşiller anketlerde SPD'nin yaklaşık 8-10 puan önünde gözüküyor ve bu da, merkez sağın kalesi olan bir eyalette yeşiller partisinden bir başbakan liderliğindeki koalisyonu mümkün kılacak bir gelişme. Merkel hükümetini fazla sarsacak seçim sonucunun, Baden Württemberg'i kaybetmek olacağı da biliniyor.

Doğu Almanya'daki Mecklenburg-Vorpommern ve Saksonya Anhalt eyaletlerinde ise, halihazırdaki SPD-CDU koalisyonlarının sürmesi beklenmekle birlikte, Sol Parti'nin her iki eyalette de oy oranlarını ciddi miktarda yükseltmesi ve Hristiyan Birlik partilerinin oy kaybına uğraması bekleniyor.

Berlin, sol için seçimlerin en rahat geçeceği eyalet; zira SPD ile Yeşillerin kafa kafaya yarıştığı eyalette Hristiyan Birlik partilerinin esamesi okunmuyor. hatırlanacağı gibi, 2006 yılındaki seçimlerde Berlin'de, her 100 kişiden 57si, sol partilere oy vermişti. Yeşiller'in adayı Renate Künast, eyaletin ilk Yeşil başbakanı olabilir. ancak eklemek gerekir ki, Künast'ın karşısında, tam 10 yıldır çok başarılı bir başbakanlık yürüten Klaus Wowereit var ve işi hiç de kolay değil.

Rheinland-Pfalz eyaletinde SPD tek başına iktidarda ve başbakanlığı SPD eski genel başkanı Kurt Beck yürütüyor. Bu yılki seçimlerde, SPD'nin bu konumunu koruyamayıp Yeşiller ile koalisyona gitmek zorunda kalabileceği beklenmekle birlikte, bu eyalette de bir merkez sağ koalisyon olaslığı çok zayıf gözüküyor.

Bremen'de de SPD-Yeşiller koalisyonunun devam edeceği bekleniyor, anketlerden çıkan sonuçlar CDU ile FDP'nin koalisyonu zorlayacak bir sonuç almaktan epey uzakta olduklarını gösteriyor.

Almanya için 2011 yılı, en az federal seçim yılı 2009 kadar hareketli ve zahmetli geçecek. zira, parlamentonun eyaletler kanadında çoğunluğunu kaybeden Merkel hükümeti, eyaletlerde yaşayacağı zincirleme hezimetler nedeniyle erken seçim ve parti liderliğinden ayrılma da dahil olmak üzere kimi alternaifler üzerinde çalışmaya başlayabilir.

Yalnız, en azından şu aşamada teslim edebileceğimiz gerçek şu ki, artık Almanya'da CDU/CSU-FDP ortaklığında yürütülen bir merkez sağ hükümetin varlığı söz konusu değil. zira Merkel hükümeti, eyaletler kanadında azınlığa düşmesi nedeniyle rahat çalışamıyor ve bildiğini okuyamıyor; teklif ettiği her konuyu ister istemez muhalefetle müzakere etmeye çalışıyor.

Merkel'in işi artık daha da zor ve her yeni gün, merkel ve arkadaşları için daha büyük sıkıntılar demek. özellikle SPD'nin bu süreci iyi yönetmesi ve tercihini gerçekçi, uygulanabilir ve sol pozisyonlardan yana koyması, Almanya'yı her anlamda hissedilebilir ölçüde sola kaydıracaktır.