ÜNİVERSİTEDE MESCİT TALEBİ ÜZERİNE: NİÇİN EVET, NASIL BİR EVET?



Boğaziçi Üniversitesi’nde, kimi öğrencilerin mescit talebiyle başlattıkları kampanya, gerek yazılı basında, gerekse sosyal medyada günlerdir tartışılıyor. Öğrencilerin, kampüs alanı içerisinde mescit talebinin üniversite idaresince geri çevrilmesi üzerine, öğrenciler imza kampanyaları ve sosyal medya etkinlikleri ile seslerini duyurmaya çabalıyor. Peki, kendini siyaseten solda konumlandıran bireyler olarak, Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin kampüs alanı içerisindeki mescit talebiyle ilgili olarak, nasıl bir pozisyon üretmeliyiz? Ortada gerçekçi ve karşılanması elzem bir talep mi var, yoksa kimilerinin ileri sürdüğü gibi, bir “yaygara” mı koparılıyor?

Önce, elimizdeki rasyonel verilere bakarak işe başlayalım. Bu topraklarda yaşayan yurttaşların büyük bir kısmı Sünni – Müslüman ve Sünni - İslam öğretisi de, düzenli olarak namaz kılmayı, inancın en önemli yerlerinden birisi olarak tanımlıyor. Yine Sünni - Müslüman Türkiyeli yurttaşların önemli bir kısmı, namaz ibadelerini mümkün olduğunda yerine getirmeye, gündelik hayatını sürdürürken, ibadetlerini de aksatmamaya çabalıyor. Düzenli olarak namaz kılmak isteyen bir kişinin, günde beş kez ibadet için mekâna ve zamana ihtiyacı oluyor. Dolayısıyla, namaz ibadetini gerçekleştirmek için, gündelik hayat akışının sürdüğü kamusal alanlarda, en azından bir mescide gereksinim duyulduğu aşikar.

Bir üniversite öğrencisi, derslerini takip ederken ve sınavları sürerken de, namaz ibadetini de tıpkı dersleri ve sınavları gibi aksatmaksızın sürdürmek isteyebilir ki, anladığım kadarıyla Boğaziçi Üniversitesi’nde mescit talep eden öğrencilerin de temel derdi bu. Eğer öğrencilerin, kampüs alanı içerisinde bir mescit talebi varsa, üniversite idaresinin üzerine düşen “görev”, bu insani talebi karşılaşamaktır. İdarenin mescit talebine olumlu yanıt vermesinin, ibadetini ve derslerini bir arada yürütebilmeyi isteyen öğrencilerin, bu yöndeki gereksinimlerini karşılaşamaktan başka bir sonucu olmayacaktır.   

Mescit talebini niçin desteklediğimi, daha doğrusu, siyasal derdi, bireylerin inançları ve yönelimleri doğrultusunda kendilerini gerçekleştirmeleri önündeki engellerin kaldırılması olan ve siyasi pozisyonu sola tekabül eden bir bireyin,  niçin bu talebi desteklemesi gerektiğini, bu talebe çekimser ve olumsuz bakanların eleştirileri üzerinden anlatmak daha yerinde olur sanırım. Hiçbirine katılmadığım aşağıdaki eleştirilere bir yanıt vermeye çabalayalım:

Talebe Karşı Çıkanların Eleştirisi 1: Boğaziçi Üniversitesi’nin çevresinde zaten yeterince cami var. İbadet etmek isteyen öğrenciler oraya da gidebilir.

Namaz ibadeti, günün beş farklı zaman diliminde, belirli saat aralıklarında gerçekleştirilebiliyor. Çoğu kez, öğrencinin ders veya sınav takvimiyle namaz saatleri, uyumlu olmayabiliyor ve öğrenci, namaza yetişebilme kaygısıyla dersinden ya da sınavından olabiliyor, ya da tam tersine, dersine yahut sınavına yetişme kaygısıyla, ibadetinden olabiliyor. Dolayısıyla, Boğaziçi Üniversitesi kampüsünün çevresinde bir ya da birkaç cami olması, öğrencilerin mescit talebini anlamsız kılmıyor. Öğrenciyi bu stresten ve kayıptan kurtarmak için, kampüs içinde belirli bir alanı ibadet alanı olarak düzenlemek yeterli. Her bireyin, inançlarını eksiksiz bir şekilde sürdürme ve aynı zamanda dünyevi işlerini de aksatmamayı talep etme hakkı var.

Talebe Karşı Çıkanların Eleştirisi  2: Kampüse mescit talebi, siyasi bir talep değil mi? Bunu niçin kabul edelim?

Gerçekten de, mescit talebinde bulunan arkadaşların siyasi bir amaçları da olabilir. Fakat zaten hayat dair edimlerimiz, en basit gibi gözüken kararlarımız bile, özünde ideolojik değil midir? Hayatın hiçbir alanı, politik yönelimlerimizden, hayatı algılayış metedolojimizden ve içsel olduğumuz değerlerden azade değildir. Dolayısıyla, kampüs alanına mescit talep eden arkadaşların amaçları ne olursa olsun, ibadet süreçlerini aksatacak bir süreç söz konusu ise, bu eksikliğin giderilmesi insani ve siyaseten de ahlâki bir zorunluluktur.

Talebe Karşı Çıkanların Eleştirisi 3: Üniversite alanına mescit talebi, dogmaları bilim merkezlerinde yerleşikleştirmektir. Bilim ve özgür düşünce adına, mescit talebi reddedilmeli.

Pozitivist aklın teyakkuz halinin ifadesi olan bu çıkarımları da son günlerde sıkça işittik. Dinin dogma olduğu söylenir fakat, inançlı birisi, bunun tam aksini de ileri sürebilir. Dolayısıyla hiçbir zaman, “mutlak olarak” dinin gerçekten dogma olup olmadığını bilmemiz mümkün değil; nereden baktığınıza göre değişkenlik gösteren bir durum söz konusu. Kaldı ki, mescit talebinde bulunan öğrenciler, herkes için mescit talebinde bulunmuyor, sadece namaz kılma derdi olan öğrenciler adına böyle bir talepte bulunuyorlar. Başka bir ifadeyle, üniversitede her bireyi kapsayacak, kurumsal yapıyı etkisi altına alan bir talepten değil, namaz ibadetini sürdürme amacında olan öğrencileri ilgilendiren bir talep var, dolayısıyla ne bilimsel faaliyetleri ne de özgür düşünceyi olumsuz etkileyecek bir karşı edim söz konusu değil.

Bir de parantez açmak gerekir. Eğer üniversitelerde dogmayı eleştirmeye samimi olarak niyetliysek, işe, YÖK Kanunu’nun tek tip insan yetiştirmeye odaklı hükümlerini eleştirerek başlayabiliriz. Umarım, mescit talebine “dogma yaratabilir” gerekçesiyle karşı çıkan arkadaşlar, “üniversitelerin işlevinin Atatürk milliyetçisi yurttaşlar yetiştirmek” olduğunu ifade eden YÖK Kanunu’na da aynı şiddette karşı çıkarlar; en azından tutarlı olduklarını görürürüz.

Talebe Karşı Çıkanların Eleştirisi 4: Sayısız inanç grubu var. Üniversitede her isteyene ibadet alanı mı açılacak?

Eğer gerçekten bir gereksinim varsa, evet. Sözgelimi, Alevilik de bir inançtır ve ibadethanesi Cemevi’dir. Fakat bir Alevi bireyin, Sünni Müslüman bir bireyden farklı olarak, günlük olarak takip etmesi gereken düzenli ve zamana ayarlı bir ibadet çizelgesi yoktur. Dolayısıyla bir Alevi öğrencinin, “kampüste Cemevi” talebi, gerçekçi bir talep değildir. Keza, benzeri bir durum Hristiyanlar için de geçerli. Bu nedenle, talepte bulunan insanların dinsel öğretilerinin taleple ne kadar örtüştüğüne bakmak ve akla ve vicdana uygun bir karar vermek gerekiyor.

Sonuç olarak, en azından öğrencilerin bir kısmı için namaz ibadeti, günde beş kez yerine getirilmesi gereken uhrevi bir zorunluluk. Aynı şekilde, dersler ve sınavlar da, bu öğrenci arkadaşlar için, yerine getirilmesi gereken dünyevi zorunluluklar. Boğaziçi’nin Müslüman ve dindar öğrencileri, uhrevi zorunluluklarını yerine getirirken dünyevi zorunluluklarda, dünyevi zorunlulukları yerine getirirken de uhrevi zorunluluklarda kayba uğramak istemiyor. Üniversite yönetiminin bu durum karşısında ortaya koyması gereken tek pozisyon, öğrencilerini bu zorluktan kurtaracak bir adım atarak, mescit talebine olumlu yanıt vermesidir.

İnancımız ne olursa olsun, vicdan sahibi ve empati kurabilen zihniyette içsel bireylere düşen de, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki arkadaşların yaşadığı bu zorluğa karşı, onların hayatını kolaylaştıracak mescit talebini desteklemek olmalı. Birbirimizin hayatlarını kolaylaştıralım. Daha çok özgürlüğün, daha çok demokrasinin, daha çok empatinin, daha çok vicdanın ve aklın eseri olacak bir Türkiye, böyle küçük gözüken fakat özünde önem taşıyan olaylardaki pozisyonlarımızla ortaya çıkacak. Türkiye solu da, böylesi tartışmalarda, özgürlüklerden, vicdandan ve empatiden yana tavır koyarak, üzerine düşen sorumluluğu mutlaka yerine getirmeli.   

Türkiye Solu'nun çıkışı Müslümanlardan geçer

Türkiye, yaklaşık 62 yıldır adil ve çok partili seçimleri gerçekleştiriyor ve 1950'den bu tarafa gerçekleşen tam 16 genel seçimde de, kendini solda tanımlayan bir siyasal parti tek başına iktidar olamadı. Özellikle 12 Eylül 1980'den sonra solun girdiği yapısal kriz, son yıllarda AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte gittikçe derinleşen bir kimlik krizine dönüştü. Türkiye solunun, içerisinde bulunduğu kimlik krizini aşmak için 'Müslüman sol' kavramından yararlanması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye solu, en güçlü dönemlerini 1960'ların ikinci yarısından itibaren yaşamaya başladı. 1961 Anayasası'nın sağladığı nispi özgürlük ortamının ve dünya genelinde yükselişe geçen sol hareketlerin etkisiyle Türkiye'de de güç kazanan sol, özde muhafazakâr bir yapıya sahip olan Türkiye'de, buna rağmen kendine taban bularak, kurtuluş, eşitlik, adalet ve özgürlük söylemiyle geniş bir kitleye seslenme olanağı buldu. Bu dönemde Türkiye solunun mottosu, ardı yoğun bir pozitivizme dayalı olan ilericilikti ve bu düşünce hattında din, kapitalizme ve burjuva demokrasisine entegre olmuş bir gericilik kaynağıydı; dolayısıyla solun mücadele etmesi gereken 'yıkıcı' gerçeklerden bir tanesiydi. Oysa solun görmediği, daha doğrusu gördüğü fakat görmekten imtina ettiği, kendini dindar olarak tanımlayan kitlenin homojen olmayıp, pekâla hayata soldan bakan 'birey'leri barındırdığıydı.
SİYASET SAHNESİNE ÇIKIŞ
1980 öncesi Türkiye'de, İslami kesim ilk kez Milli Nizam Partisi (MNP) eliyle DP - AP çizgisinden bağımsız olarak siyaset sahnesine çıkıyordu. Fakat o dönemde tüm dindarların Erbakan ve arkadaşlarını desteklediğini söylemek yanıltıcı olacaktır; nitekim özellikle 1970'lerin yükselen solunun ardında pek çok dindarın da oyu ve mücadelesi bulunmaktadır. Solun derdi ise, toplumu 'din afyonu'ndan kurtaracak bir perspektif üretmekten ibaretti; devrim gerçekleşince, insanları dine yönelten sebepler de ortadan kalkacağı için, bireyler, dinden özgürleşeceklerdi. Türkiye solu, saflarındaki dindarlara bunu anlatıyordu.
Türkiye, gündelik ve bireysel hayatta ağırlıklı olarak muhafazakâr kodların egemen olduğu, bunun da haliyle siyasete yansıdığı bir ülke. Türkiye'de muhafazakârlığın en önemli besleyeni ise, şüphesiz, İslamiyet. Dolayısıyla Türkiye şartlarında siyaset üretmek isteyen, iktidarı deneyimlemek isteyen bir hareketin, mutlaka İslamiyetle ve toplumda içkin olan İslami değerlerle ilgili kapsamlı ve yapıcı bir pozisyon üretmesi gerekiyor. Ancak Türkiye solu, İslamiyet'e karşı bugüne kadar arka plânı zayıf bir materyalizmden ve din karşıtı propagandadan öteye gitmeyecek bir tavrı yeğledi ve geniş bir dindar kitle ile iletişim kurma ve bu insanlarla politik paydaşlık kurma çabasından kaçındı; hatta bu kitleyi, sağın doğal paydaşı olarak görerek rakibi olarak görmekten imtina etmedi. Yine Türkiye solu, dindar bir insanın da sosyal adalet, toplumsal eşitlik, bireysel ve kitlesel özgürlükler gibi dertlerinin olabileceğini, dinin dogmatik olduğu ve aynı zamanda kapitalizme eklemlendiği varsayımına dayanan sığ bir pozitivizm eşliğinde reddetti.
12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye solu üzerinde yıkıcı etkilere yol açtı. Kitlesel etkinliğini yitiren sol güçler, bugünlere kadar gelen ve sürmekte olan bir kimlik krizine kapıldılar. O güne değin hemen hemen tüm ötekileri bünyesinde 'topyekûn kurtuluş' düsturuyla toparlayabilen sol, 12 Eylül'den sonraki süreçte kimlik siyasetinin önem kazandığına tanık oldu. Feminizme, Kürt hareketine, Alevi hareketine, özgürlükçü sosyalist hareketlere bir anlam vermekte zorlanan Türkiye solu, özellikle 1990'lardan itibaren ulusalcı reflekslerle kendini yeniden üretmeye çabaladı ve yine bu dönemde de dine karşı bildik pozitivizm kaynaklı eleştirileri dillendirmekten imtina etmedi.
SOLUN DİNE SORUNLU BAKIŞI
Türkiye solunda, dindarlara yönelik algının besleyeni olan pozitivist zihniyet yapısı, aynı zamanda solun bugüne dair olan biteni ıskalamasına neden olması bakımından ilginç. Yani başka bir ifadeyle, solun İslamiyet'e dair sorunlu bir pozisyon almasına neden olan zihniyet algıları, solu salt İslamiyet'le değil, aynı zamanda solda yaşanan ve ortaya çıkan değişim sürecine de yabancılaştıracak kadar güçlü. Bugünün solundan beklenen, kimlik siyasetleriyle ortaya çıkan grup taleplerini siyasete taşıyarak kamusallaştırabilmesi ve 'siyasal derdini' buralardan kurabilmesi ve bunun üzerinden kitlesel bir politika üretebilmek becerisini gösterebilmesidir. Pozitivizmle bağını koparmış, cumhuriyeti ve rejimi koruma-kollama istencinde mukim ulusalcılık reflekslerinden özgürleşmiş, geçmişine saplanıp kalma tutuculuğundan sıyrılabilmiş bir sol hareket, sadece hayattaki ve siyasetteki değişimleri anlamakla kalmayacak, aynı zamanda kendi kimlik krizini de aşabilmiş olacaktır.
Bu yönüyle, Türkiye solunun dindarlarla iletişim kurma çabası, solda halâ yaygın şekilde içkin olan ve tümüyle geçmişe ait olan reflekslerin sorgulanmasını da beraberinde getirmesi bakımından da işlevsel, başka bir ifadeyle Türkiye solunun dindarları anlamaya çalışması salt bir sol - İslamiyet ilişkisi kurmanın ötesinde, solun yıllardır aşamadığı kimlik krizini aşması için de bir fırsat yaratabilecek kadar önem taşıyor. Türkiye solu, dindarları anlamasına engel olan paradigmaları aşmaya çabaladıkça, kendini kimlik krizine sürükleyen nedenlerle de yüzleşmiş olacak ve dindarlarla iletişim kurma çabaları, solun Kürtlerle, Alevilerle, feministlerle... de iletişim kurma ve birlikte siyaset üretme imkânlarının önünün açacaktır.
EVRENSEL DEĞİLCEMAATÇİ SOL
Kanımca, yıllardır 'sol cemaat içi' tartışmalarla solun kimlik krizini aşmayı beceremeyen, kendilerine benzemeyen sol güçlerle yan yana gelmekten imtina eden Türkiye solu, kimlik krizini aşmak ve kendini tepeden tırnağa sorgulamak için dindarlarla iletişim kurmayı denemeli. Türkiye solu, dindarların homojen olmadığını, 'iş, ekmek, özgürlük, adalet..' gibi sol söylemleri sahiplenip, hayata soldan bakan dindarların da varlığını kabul edip, bugüne değin bildiklerini yeniden sorgulamalı ve sorgulamanın sola açacağı entelektüel ve pratik alanı solun fark etmesi gerek. Türkiye solu, yakın vadede toplumsal ve siyasal bir alternatif olmak istiyorsa, kendisi açısından bilinen dünyayı yeniden düşünmek ve kurmak zorunda, aksi halde kısır ve sığ tartışmalar içerisinde kendini tüketmeye devam edecek.
01.05.2012 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmıştır. 

Efsanelerle Gerçekler Arasında: İzmir Solun Kalesi mi?


Normal süresi 2014 yılının Mart ayı olan yerel seçimler, büyük bir olasılıkla iktidarın teklifi ve muhalefetin de desteğiyle 2013 sonlarına çekilecek gibi gözüküyor. Yaklaşan yerel seçimlere yönelik tahminler, spekülasyonlar ve tartışmalar da, İstanbul ve İzmir üzerine yoğunlaşıyor. İstanbul’un, ülkenin ekonomik, demografik ve tarihsel olarak reel ve sembolik anlamlarının yüksek olması şehri seçimler öncesi ön plâna çıkartırken, İzmir ise, İzmir’in solun/sosyal demokratların kalesi olup olmadığı tartışması üzerinden önem kazanıyor. Peki İzmir gerçekten de kendini solda konumlandıran partilerin kalesi mi, yoksa bu yaygın söylem ve görüş, tarihsel bir yanılsamadan mı ibaret? Geçmişten bugüne gelecek şekilde bir bellek tazeleme işiyle, İzmir konusunu somut, ölçülebilir ve gerçekçi temellere oturtabilmek güç değil.
Çok partili siyasal hayata 1945’te geçen ve ilk çok partili seçimleri 1946’da gerçekleştiren Türkiye, serbest ve adil koşullarda ilk çok partili genel seçimi ise 1950’de gerçekleştirebildi, 1950’den bu tarafaysa tam 16 genel seçim düzenlendi. 1950 yılında gerçekleşen ilk serbest genel seçimlerde İzmir halkı, %56.7 gibi yüksek bir oranla Demokrat Parti’yi desteklemiş, DP’ye iktidar yolunda en büyük desteği veren illerden bir tanesi olmuştu. 1954 ve 1957 seçimlerinde de bu eğilim devam etmiş, İzmir halkı DP’ye yüksek oy oranlarıyla destek vermiştir.
1950’lerdeki çok partili demokrasiye geçiş yıllarında DP’ye büyük destek veren İzmir, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki süreçte de merkez sağ partilere destek vermeyi sürdürmüş, 1961, 1965 ve 1969 yıllarındaki genel seçimlerden, DP’nin ardılı olarak kurulan Adalet Partisi (AP) birinci olarak çıkmıştır. Hatta 27 Mayıs darbesinden sonra düzenlenen ve ülke genelinde asker destekli olarak yoğun bir CHP propagandasının gerçekleştirildiği şartlarda, AP tek başına % 55 oy alırken, diğer sağ partilerin oy oranları da katıldığında sağ partilerin toplam oy oranı %60’ı buluyordu.
Çok partili siyasi hayata geçişin yaklaşık olarak ilk 20 yılında İzmir halkı, hiçbir genel seçimde istisna göstermeyecek şekilde merkez sağ partileri desteklemiş, CHP’ye ya da kendini solda tanımlayan bir siyasi partiye İzmir’de seçim galibi olma şansını tanımamıştır. İlginç olansa, uzun yıllar boyunca merkez sağ partilerin yüksek oy oranlarıyla seçimleri kazandığı İzmir’de CHP’nin siyasi olarak etkinliğini arttırması da, paradoksal bir şekilde, partinin kendini solda tanımlamasıyla başlamıştır.
Kendini ilk kez 1965 yılında “ortanın solu”nda tanımlayan ve Bülent Ecevit’in 1971’de genel başkan seçilmesiyle politik söylemini de iyiden iyiye sola kaydıran CHP, bir sol parti olarak girdiği ilk genel seçimler olan 1973 seçimlerinde %44’lük oy oranıyla İzmir’den ilk kez birinci parti olarak çıktı. Yine Ecevit’in CHP’si, 1977 genel seçimlerinde de İzmir’de %52.6 gibi yüksek bir oranda oy alarak birinci parti olarak çıkıyordu. Burada dikkat edilmesi gereken, 20 yılı aşkın bir süre boyunca merkez sağ partileri birinci çıkartan bir şehrin, dünya genelinde solun dalga dalga yükseldiği, sendikal hareketlerin, gençlik örgütlenmelerinin güçlendiği bir dönemde, kendini solda tanımlayan bir partiyi sağ partiler karşısında yüksek oy oranlarıyla şehirde birinci çıkartmasıdır ki, “İzmir olayı”nı anlayabilmek için bu ayrıntıları akılda tutmak gerekir.    
İzmir’de 1970’ler boyunca süren sol dalga 12 Eylül’den sonra gerçekleşen ilk genel seçimlerde de devam ediyor, 1983 genel seçimlerinde de siyasal yelpazenin sol kanadını temsil iddiasıyla seçimlere katılan Halkçı Parti (HP), oyların yaklaşık %37’sini alarak İzmir genelinde birinci oluyordu. 1987 ve 1991 seçimleriyse, şehirde 1960’lardan sonra ilk kez merkez sağın geri dönüşü olarak görülebilirdi, nitekim bu seçimleri sırasıyla önce ANAP, ardındansa DYP birinci olarak tamamlıyordu. İzmir’de 1970’lerle esen sol dalga, 1987 ve 1991 genel seçimlerindeki aranın ardından 1995 ve 1999’da DSP’nin, 2002, 2007 ve 2011’de ise CHP’nin seçim galibiyetleriyle sürdü.
Yukarıda ana hatlarıyla seçimlerinin kazananlarını hatırlattığımız verilere bakacak olursak, 1950 yılından bu tarafa gerçekleşen 16 genel seçimde 8’inde merkez sağ, diğer 8’inde ise merkez sol partiler, İzmir’de seçim kazanmıştır. İzmir’de 1950’ler ve 1960’lar merkez sağ partiler için zafer yılları olurken, 1970’lerden itibaren etkisini arttıran ve Ecevit’in CHP’si kanalıyla ülke genelinde daha yaygın olarak kamusallaşabilen sol, 1970’lerden bugüne değin, 1987 ve 1991 dönemleri hariç, sürekli seçim kazanmıştır. Peki bu verilere bakarak ve özellikle de son 40 yıldır İzmir’de hemen hemen tüm genel seçimleri sol partilerin önde bitirdiğini düşünerek, şehrin solun kalesi olduğunu söylemek mümkün mü?
İzmir’in seçim alışkanlıklarına, siyasal parti tercihlerine baktığımızda fark edilen ilk gerçeklik, İzmir’in keskin bir siyasi yönelimi olmadığı. Nitekim bir dönem siyasetin sağındaki partilere kazandırmış bu şehir,  hemen ardından, hem de komünizmin bir tehdit olarak algılandığı yıllarda kendini solda tanımlayan bir partiyi de büyük oran oranlarıyla birinci yapmıştı. Burada hatırlanması gereken nokta şudur: 1950’lerde ve 1960’larda, merkez sağ partiler, devletçi elitlere ve asker sivil bürokrasiye karşı, “millet iradesi”nin ve özgürlüklerin taşıyıcılığını üstlenmişlerdi; 1970’lerde ise merkez sağ giderek daha devlet odaklı ve özgürlük düşmanı bir söylem benimserken, CHP daha iyimser, özgürlükçü ve açık bir söylemi benimsiyordu. Daha açık bir ifadeyle, 1950’lerden 1980’lere uzanan süreçte, İzmir’in tercihinin “özgürlüklerden” yana geliştiğini ve “daha çok özgürlük” söylemini iyimser bir dille aktarabilen partilerin şehirde seçim kazandığını teslim etmemiz gerekiyor.
İzmir’in, 1980’lerdeki ve 1990’lardaki tercihleri ise, dönemin kaotik ortamıyla paralel geliştiğini görmek mümkün. Bu dönemde sol partiler (HP ve sonrasında DSP) yine başarılı olarak öne çıksalar da, ANAP ve DYP de birer kez seçim kazanabilmişlerdi. Bu dönem, ideolojik yaklaşımlardan öte, isimlerin ve projelerin belirleyici olduğu bir dönem olmuştu. 
Özellikle 1990’larla birlikte yükselişe geçen ve 1995 genel seçimleriyle önemli bir güç haline geldiği tescil edilen siyasal İslam, İzmir’in 2000’lerle gelişen oy verme alışkanlığını değiştirecek ortamın zeminini hazırladı ve 1950’lerden çok daha farklı olarak, oy verme süreçlerinde “hayat tarzı” kaygıları belirleyici olmaya başladı. AKP’nin 2002’de iktidara gelmesinden bu yana düzenlenen üç genel seçimden de İzmir halkına hayat tarzını/laikliği/Cumhuriyet’i korumaktan başka hiçbir siyaset teklifi olmayan CHP’nin galip çıkması, şehrin, ülke genelinde etkinliğini arttıran muhafazakâr dalgaya karşı altı laiklikle doldurulan bir refleksinden başka bir şey değildi.
İzmir, AKP öncesinde farklı tercihlerde bulunmasına rağmen, esasında “özgürlükler “ üzerinden ilerleyen bir oy verme alışkanlığına sahipti; dolayısıyla ideolojik bir sağ ya da sol yönelim söz konusu değildi. AKP sonrası İzmir ise, büyük ölçüde “modern hayat tarzını” korumaya ve yükselen muhafazakârlığa karşı direnç oluşturmaya dönük bir oy alışkanlığı geliştirmiş, yine ideolojik bir sağ ya da sol yönelim söz konusu olmamıştır. Bu nedenle, 1950’lere ve 1960’lara bakıp İzmir’in tarihsel olarak merkez sağın kalesi olduğunu söylemek ne kadar gerçek dışıysa, 1970’ler ve sonrasına bakıp şehrin merkez solun/sosyal demokratların kalesi olduğunu söylemek de o kadar gerçek dışıdır.
Görülen o ki İzmir, özgürlüklerden yana pozisyon alabilen, geleceğe dönük iyimser bir söylem üretebilen ve baskıcı bir dindarlık ve/veya muhafazakârlık algısı yaratmayan siyasal partileri ihya ediyor ve bu da, İzmir’de seçim kazanmanın bir nevi şifresi. Türkiye solu, İzmir’i gerçekten kalesi haline getirmek istiyorsa devlet merkezli söylemden tamamen sıyrılıp toplumla özgürlükler ve daha çok demokrasi üzerinden, iyimser ve anlaşılır bir dil kurmayı denemeli.   

Tersinden Elitizm ve Muhafazakâr Demokrasi

Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi konusu, aslında uzunca süredir kenarda bekleyen ve hükümetin bilinçli olarak Haziran 2011 seçimleri sonrasına bıraktığı bir konuydu. Genel seçimlerden yine tek başına iktidar olarak, hem de daha da güçlenerek çıktığını gören AKP hükümeti, artık siyasetin ve toplumun yeni muktediri olduğundan tamamen emin olarak bu muktedirliğe ve buna güç veren kitleye entelektüel bir karşılık verecek türde estetik anlayışlarını kurumsal olarak kurgulamaya girişti. Son günlerde Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi odaklı tartışmanın, en azından hükümet cephesinden karşılığı ve anlamı budur.

Önce, hükümetin bu süreçteki söylemlerine ve konuyu hangi zeminde tartışmaya çalıştığına bakalım. Erdoğan’ın Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi sürecinde en sık vurguladığı ve hükümetin söz konusu adımını meşrulaştırmayı yeğlediği nokta, devletçi akla ve desteğe dayanarak sanat üreten ve toplumu bu zihniyet algısı yönünde dönüştürmeyi amaçlayan devlet tiyatrolarının, bu işlevden arındırılmasıydı. Erdoğan’ın kastetmek istediğini daha açık olarak ifade edecek olursak, devlet tiyatroları bugüne değin sanat icra etmekten ziyade hakim gücün pozisyonuna denk düşen bir ideolojik dönüşümünü gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır ve hükümet de, kendince sanat kurumlarını bu işlevden “kurtarmak” istiyor. Yazılarından anladığımız kadarıyla hükümete yakın yazarlar da, devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi projesine sanatın ve sanatçıların ideolojik görevlerden sıyrılması adına destek verdiler. Buna karşılık devlet sanatçılarının büyük kısmı ve sol muhalefet, devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi planının AKP’nin sanatı ve sanat kurumlarını ele geçirmeye dönük bir hamlesi olduğunu ifade edip, hükümetin bu projesine karşı mücadele etme çağrısında bulundular, bulunuyorlar.

Meselenin gerçekten de sanatın ideolojik işlevine götürülebilecek bir boyutu bulunuyor ve bu nedenle öncelikle modern Türkiye’de “sanatın işlevi” üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bu toprakların modernleşme hikâyesi, Cumhuriyet’in ilânından çok öteye gidiyor, kapsamlı ve kararlı bir modernleşme sürecini başlangıç olarak alacaksak, Tanzimat’a kadar gitmemiz gerekecektir. Tanzimat’tan bu tarafa, “ülkenin nasıl kurtarılabileceği” sorusu sorulurken, sadece bir yönetim aygıtı olarak devleti değil, o devleti var eden halkı da “kurtarma”nın hesapları yapılıyordu. Cumhuriyet’in kurucu elitlerine göre bu halk alaturka müzik dinlemeye devam ettikçe, Beyoğlu’ndakiler gibi değil de Fatih’dekiler gibi yaşamaya devam ettikçe, Batı eserlerini değil de Doğulu yazarları okumaya devam ettikçe… adam olamayacaktı ve bu durum besbelli bir bilinç ve farkındalık sorunuydu.

Sanat kurumları ve sanatçılar, bu toprakların yakın dönem moderleşme tarihi boyunca siyasal elitlerin en önemli müttefiklerinden biri olmuş ve sanat, siyasal elitlerin “toplumu adam etme” projelerinde kullandıkları en etkili araçlardan biri olmuştur. Yeni Cumhuriyet, kendi yazarlarını, kendi akademisyenlerini, kendi gazetecilerini, kendi müteşebbislerini ve nihayet kendi sanatçılarını yaratmış, bunların her biri, Cumhuriyet’i kuran siyasal elitlerin hedeflediği toplumsal dönüşüm projesine ideolojik zemin hazırlama bilinciyle “iş”lerini icra etmişlerdir. Devlet Tiyatroları’nda Nazım Hikmet’e yer veriliyor oluşu, bu kurumların ideolojik işlevlerini ortadan kaldırmadığı gibi, sanatın yüklendiği ideolojik vasfı ıskalayıcı bir yanılsama yaratması bakımından da önem taşıyor. Dolayısıyla, hükümetten ve hükümete yakın yazarlardan sanat kurumlarına dönük olarak ifade edilen “ideolojik ileri karakol” söylemi, tarihsel ve politik gerçeklik taşımaları açıdan yerinde eleştirilerdir. Burada bir parantez açmamızda da fayda var. Devletin tiyatroları finanse etmesi gerekiyor, çünkü sanat etkinlikleri pahalıdır ve çoğu kez de kâr getirmeyebilir. Olması gereken, devletin sanatı karşılıksız olarak finanse etmesi ve desteklemesi, fakat idari ve mali anlamda sanat kurumlarının işleyişine karışmamasıdır; ne siyasi olarak ne de bürokratik olarak. Özerklik olarak ifade edilebilecek bu durumda, sanat kurumları herhangi bir siyasi, kişisel ya da sektörel baskı hissetmeksizin sanatını icra ederken, karşılıksız olarak devletten de maddi destek almaktadır ve kanımca Türkiye’de sanatı, sanat kurumlarını ve sanatçıları kısır siyasi tartışmaların ve polemiklerin içerisinden çıkartacak yol budur. Oysa ne hükümetten ne de hükümete muhalif sanatçılarımızdan özerkliğe dair bir şeyler işiten beri gelsin, her iki taraf da konuyu daha da giriftleştirecek şekilde ele almakta adeta yarışıyorlar.

Başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi, hükümetin Devlet Tiyatroları’nın statüsünü değiştirmedeki tek amacı, sanat kurumlarının ideolojik işlevine son vermek değil, aynı zamanda kendi siyasal algılarına ve dünyevi tasavvurlarına denk düşecek estetik norm(lar) kurabilmek; hükümet, hâlihazırda iktidar aygıtı elindeyken bunu devlet eliyle gerçekleştirmek istiyor. Aslında hükümetin konuyu nasıl gördüğünü özetleyen en önemli ifade, Erdoğan’ın, “eğer eserin içeriğini beğenirsek sponsor oluruz, destekleriz” cümlesidir. Yani Erdoğan diyor ki, eğer sanat eseri bizim değerlerimizi yansıtıyorsa sanatçılar devletin imkânlarını kullanabilirler, fakat eseri beğenmezsek başlarının çaresine baksınlar. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri resmi ideolojinin devlet sanatı ve sanatçılığı üzerinden sürdürdüğü tahakküm modeli kadar tahakküm kokan, belirli değer yargılarını ve estetik değerlerini öne çıkarması ve devlet eliyle desteklemesi nedeniyle ideolojik bir yaklaşımdır ve Erdoğan’ın günlerdir haklı olarak şikayet ettiği “sanatın ideolojik bir araç olarak kullanılması”na da örnektir. Bu nedenle hükümet, derin bir çelişki suyunda yüzdüğünün farkında değildir ya da farkında olmasına rağmen bilmemezlikten geliyor.

Keza devlet sanatçıları da, hükümetin bu hamlesini bir fırsat olarak görüp “özerk sanat” talep edeceklerine, mevcut statüyü savunma pozisyonuna geçmekten imtina etmediler ve aslında kendi elleriyle hükümetin sanat alanındaki projelerinin önünü açtılar. Sanatçıların salt AKP odaklı sığ ve yetersiz muhalefeti, şu anki görüntünün, tam da hükümetin istediği gibi “toplumdan yana tavır alan muhafazakâr hükümet – toplumu adam etmeye çalışan ve yaşam mücadelesi veren eski elitler” kamplaşması halini almasına yol açtı. Oysa sanatçılar, AKP’yi sanatı tahakküm olmakla itham edip, AKP’nin de Kemalizmin saptığı yola saparak sanatı ideolojik bir araç olarak kullanmaya kalktığını, buna karşın özerk ve baskılardan sıyrılmış bir statü istediklerini vurgulasa, hem kitlesel destek bulabileceklerdi, hem de hükümet, bu konuyu “yeni elitler – eski elitler” kamplaşmasına dönüştüremeyecekti.

Siyasette muktedirler değişti, bürokraside hızla değişiyor, şimdi de sıra sanat alanında. Hükümet, muhafazakâr demokrat algılarını hayatın her alanına yansıtacak şekilde, iktidar gücünü kullanarak ve bir anlamda eleştirdiği toplum mühendisliği yoluyla hayata geçirmeye çabalıyor. Dindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir parti, şimdi de sanat kurumlarını muhafazakârın estetiğini yansıtacak şekilde kurgulamaya çalışıyor. İşin en vahim tarafıysa, AKP’nin bunu tepeden inmeciliği/siyasal elitizmi ve toplum mühendisliğini eleştirerek hayata geçirmesi ve aslında hükümetin en zayıf olduğu nokta da bu. Muhalefet, bu konuda etkili olmak ve hükümetin toplum mühendisliği kokan düzenlemelerine karşı bir direnç alanı yaratmak istiyorsa AKP’nin en zayıf noktasını zorlamalı; çoğulculuk, demokrasi ve özgürlük odaklı bir söylem üretmeli, geçmişin alışkanlıklarından kurtularak toplum mühendisliğinden bağımsız söylemler kurabilmeli. Aksi halde hükümet, çoğulcu ve demokratik toplum yapılarına aykırı düzenlemeleri, daha çok demokrasi ve özgürlük söylemiyle hayata geçirmeye devam edecek.

Türkiye solu için bir çıkış yolu olarak Cumhurbaşkanlığı seçimleri

Cumhurbaşkanlığı seçiminin 2014 yılında gerçekleştireceğinin kesinleşmesi, beklendiği gibi Başbakan Erdoğan'ın Çankaya hesaplarının daha yüksek sesle konuşulmasını sağladı fakat şaşırtıcı olan, önümüzde artık net bir tarih olmasına rağmen kendini solda tanımlayan örgütlü güçlerin Cumhurbaşkanı adaylığı için kısık sesle olsa bile bir isim telaffuz etmemeleri. Nitekim Türkiye solu, 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin salt ülke için değil, kendi kimlik bunalımını aşması için de bir eşik olabileceğinin farkına varabilmiş değil; bu sessizliği açıklayan en makul önerme bu.

Başbakan Erdoğan'ın 2014 yılında Çankaya'ya çıkmak istediği bir sır değil; nitekim Erdoğan, 2011'de son kez milletvekili adayı olduğunu söyleyerek dolaylı da olsa Cumhurbaşkanlığı adaylığını ilân etmiş oldu. Yine Erdoğan, sonu muhtemelen başkanlık ya da yarı başkanlık sistemine varacak bir süreç çerçevesinde Çankaya'ya çıktığında elinde kayda değer bir siyasi güç olmasını hedefliyor ki son dönemde hazırlık çalışmaları hızlanan yeni anayasa çalışmaları, bu sürecin yasal çerçevesini hazırlaması bakımından Erdoğan için oldukça işlevsel. Meclis'i ve partisini geride bırakarak Çankaya yolunu tutmayı planlayan Erdoğan'ın, bu süreçte Cumhurbaşkanı'nın sahip olduğu sembolik yetkilerle yetinmek istemeyeceği açık.

Halihazırdaki politik atmosferde, karizmasıyla ve toplumsal popülaritesiyle Erdoğan'ın önüne geçebilen bir lider bulunmuyor. Öte yandan, demokrasi tarihimizde Cumhurbaşkanı ilk kez halk tarafından seçilecek ve çok partili siyasi hayata geçildiğinden bu tarafa belirli dönemler dışında ciddi bir iktidar alternatifi olmayı başaramamış Türkiye solu, belki de ilk kez toplumun karşısına arkasında uzlaştığı ortak bir adayla çıkma şansına sahip olacak. Başka bir deyişle, birbirine epey tezat iki durum mevcut: Bir tarafta, yüksek karizması ve toplumsal desteği olan bir potansiyel aday var, diğer tarafta ise solun eline daha önce hiç geçmemiş olan bir uzlaşı ve tek ses olma fırsatı var. Erdoğan’ın güçlü yetkilerle donatılarak Cumhurbaşkanı seçilmesinin siyasal demokrasiye ve özgürlüklere vereceği müstakbel zararın boyutunu düşünmek bile, kendisini solda tanımlayan tüm güçleri bir ortak eylem arayışına gitmeleri için yeterli bir nedendir.

Türkiye solu, farklı renkleriyle bir araya gelip ortak bir eylem planı hazırlamalı ve toplumun tüm ihtiyaçlarına nasıl yanıt vereceğini bizlerle paylaşmalı. Sosyal demokratları, sosyalistleri, Alevileri, Kürtleri, gayrimüslimleri, dindarları, eşcinselleri, kadınları, çocukları, emeklileri, engellileri...tüm siyasal, etnik, dinsel, cinsel ve diğer sosyal sınıfları hedef kitle olarak görüp, toplumsal taleplere nasıl yanıt verip bunları siyasal alana nasıl taşıyacağını bu topluma tutarlı ve net bir şekilde anlatmalı. Bunu becerebilmek, solu ilk kez ciddi bir alternatif haline getirmenin ötesinde, solun kendi içindeki tutarsızlıkları ve soru işaretlerini aşması bakımından da işlevsel olacaktır. Bu nedenle 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sadece Türkiye'de solun bir alternatif olması için değil, solun kendi kimlik bunalımını aşması için de bir fırsattır ve aslında mesele, solun Erdoğan'ı alt edebilmesinin de ötesinde, solun böylesi bir işe girişip iktidar olmak için inisiyatifi alabilirliğidir.

Fakat en başta da belirttiğim gibi bu, bir ütopyadan öteye gitmeyecek olan bir düşünce. Sol kabul edelim ya da etmeyelim, en azından Türkiye'de kendisini solda tanımlayan en örgütlü güç, CHP. CHP'nin kendisini diğer sol güçlerden soyutlayarak solda ortak tutumdan "CHP çatısında birleşme"den başka bir şey anlamaması, bu fikre en büyük engel ve aynı zamanda solda kabul ettiğimiz seçmenin de azımsanmayacak bir kısmı da halâ CHP'ye oy veriyor. Umarım CHP böylesi bir işe sıcak yaklaşır da, bu vesileyle kendini solda tanımlayıp milliyetçilik sularında yüzen zihniyetle de yüzleşebilir ve Türkiye solu da bu vesileyle rahat bir nefes alabilir. Ortak bir dil yaratacak iradeyi sergileyebilen bir sol, 2014’teki seçimleri yitirse dahi, müstakbel geleceğimiz için net bir çağrıda bulunma görevini yerine getirmiş olacaktır. Aksi halde solu kısır tartışmalar içerisinde tüketmeye devam edeceğiz.