Tersinden Elitizm ve Muhafazakâr Demokrasi

Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi konusu, aslında uzunca süredir kenarda bekleyen ve hükümetin bilinçli olarak Haziran 2011 seçimleri sonrasına bıraktığı bir konuydu. Genel seçimlerden yine tek başına iktidar olarak, hem de daha da güçlenerek çıktığını gören AKP hükümeti, artık siyasetin ve toplumun yeni muktediri olduğundan tamamen emin olarak bu muktedirliğe ve buna güç veren kitleye entelektüel bir karşılık verecek türde estetik anlayışlarını kurumsal olarak kurgulamaya girişti. Son günlerde Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi odaklı tartışmanın, en azından hükümet cephesinden karşılığı ve anlamı budur.

Önce, hükümetin bu süreçteki söylemlerine ve konuyu hangi zeminde tartışmaya çalıştığına bakalım. Erdoğan’ın Devlet Tiyatroları’nın özelleştirilmesi sürecinde en sık vurguladığı ve hükümetin söz konusu adımını meşrulaştırmayı yeğlediği nokta, devletçi akla ve desteğe dayanarak sanat üreten ve toplumu bu zihniyet algısı yönünde dönüştürmeyi amaçlayan devlet tiyatrolarının, bu işlevden arındırılmasıydı. Erdoğan’ın kastetmek istediğini daha açık olarak ifade edecek olursak, devlet tiyatroları bugüne değin sanat icra etmekten ziyade hakim gücün pozisyonuna denk düşen bir ideolojik dönüşümünü gerçekleştirmeyi amaçlamışlardır ve hükümet de, kendince sanat kurumlarını bu işlevden “kurtarmak” istiyor. Yazılarından anladığımız kadarıyla hükümete yakın yazarlar da, devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi projesine sanatın ve sanatçıların ideolojik görevlerden sıyrılması adına destek verdiler. Buna karşılık devlet sanatçılarının büyük kısmı ve sol muhalefet, devlet tiyatrolarının özelleştirilmesi planının AKP’nin sanatı ve sanat kurumlarını ele geçirmeye dönük bir hamlesi olduğunu ifade edip, hükümetin bu projesine karşı mücadele etme çağrısında bulundular, bulunuyorlar.

Meselenin gerçekten de sanatın ideolojik işlevine götürülebilecek bir boyutu bulunuyor ve bu nedenle öncelikle modern Türkiye’de “sanatın işlevi” üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bu toprakların modernleşme hikâyesi, Cumhuriyet’in ilânından çok öteye gidiyor, kapsamlı ve kararlı bir modernleşme sürecini başlangıç olarak alacaksak, Tanzimat’a kadar gitmemiz gerekecektir. Tanzimat’tan bu tarafa, “ülkenin nasıl kurtarılabileceği” sorusu sorulurken, sadece bir yönetim aygıtı olarak devleti değil, o devleti var eden halkı da “kurtarma”nın hesapları yapılıyordu. Cumhuriyet’in kurucu elitlerine göre bu halk alaturka müzik dinlemeye devam ettikçe, Beyoğlu’ndakiler gibi değil de Fatih’dekiler gibi yaşamaya devam ettikçe, Batı eserlerini değil de Doğulu yazarları okumaya devam ettikçe… adam olamayacaktı ve bu durum besbelli bir bilinç ve farkındalık sorunuydu.

Sanat kurumları ve sanatçılar, bu toprakların yakın dönem moderleşme tarihi boyunca siyasal elitlerin en önemli müttefiklerinden biri olmuş ve sanat, siyasal elitlerin “toplumu adam etme” projelerinde kullandıkları en etkili araçlardan biri olmuştur. Yeni Cumhuriyet, kendi yazarlarını, kendi akademisyenlerini, kendi gazetecilerini, kendi müteşebbislerini ve nihayet kendi sanatçılarını yaratmış, bunların her biri, Cumhuriyet’i kuran siyasal elitlerin hedeflediği toplumsal dönüşüm projesine ideolojik zemin hazırlama bilinciyle “iş”lerini icra etmişlerdir. Devlet Tiyatroları’nda Nazım Hikmet’e yer veriliyor oluşu, bu kurumların ideolojik işlevlerini ortadan kaldırmadığı gibi, sanatın yüklendiği ideolojik vasfı ıskalayıcı bir yanılsama yaratması bakımından da önem taşıyor. Dolayısıyla, hükümetten ve hükümete yakın yazarlardan sanat kurumlarına dönük olarak ifade edilen “ideolojik ileri karakol” söylemi, tarihsel ve politik gerçeklik taşımaları açıdan yerinde eleştirilerdir. Burada bir parantez açmamızda da fayda var. Devletin tiyatroları finanse etmesi gerekiyor, çünkü sanat etkinlikleri pahalıdır ve çoğu kez de kâr getirmeyebilir. Olması gereken, devletin sanatı karşılıksız olarak finanse etmesi ve desteklemesi, fakat idari ve mali anlamda sanat kurumlarının işleyişine karışmamasıdır; ne siyasi olarak ne de bürokratik olarak. Özerklik olarak ifade edilebilecek bu durumda, sanat kurumları herhangi bir siyasi, kişisel ya da sektörel baskı hissetmeksizin sanatını icra ederken, karşılıksız olarak devletten de maddi destek almaktadır ve kanımca Türkiye’de sanatı, sanat kurumlarını ve sanatçıları kısır siyasi tartışmaların ve polemiklerin içerisinden çıkartacak yol budur. Oysa ne hükümetten ne de hükümete muhalif sanatçılarımızdan özerkliğe dair bir şeyler işiten beri gelsin, her iki taraf da konuyu daha da giriftleştirecek şekilde ele almakta adeta yarışıyorlar.

Başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi, hükümetin Devlet Tiyatroları’nın statüsünü değiştirmedeki tek amacı, sanat kurumlarının ideolojik işlevine son vermek değil, aynı zamanda kendi siyasal algılarına ve dünyevi tasavvurlarına denk düşecek estetik norm(lar) kurabilmek; hükümet, hâlihazırda iktidar aygıtı elindeyken bunu devlet eliyle gerçekleştirmek istiyor. Aslında hükümetin konuyu nasıl gördüğünü özetleyen en önemli ifade, Erdoğan’ın, “eğer eserin içeriğini beğenirsek sponsor oluruz, destekleriz” cümlesidir. Yani Erdoğan diyor ki, eğer sanat eseri bizim değerlerimizi yansıtıyorsa sanatçılar devletin imkânlarını kullanabilirler, fakat eseri beğenmezsek başlarının çaresine baksınlar. Bu yaklaşım, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri resmi ideolojinin devlet sanatı ve sanatçılığı üzerinden sürdürdüğü tahakküm modeli kadar tahakküm kokan, belirli değer yargılarını ve estetik değerlerini öne çıkarması ve devlet eliyle desteklemesi nedeniyle ideolojik bir yaklaşımdır ve Erdoğan’ın günlerdir haklı olarak şikayet ettiği “sanatın ideolojik bir araç olarak kullanılması”na da örnektir. Bu nedenle hükümet, derin bir çelişki suyunda yüzdüğünün farkında değildir ya da farkında olmasına rağmen bilmemezlikten geliyor.

Keza devlet sanatçıları da, hükümetin bu hamlesini bir fırsat olarak görüp “özerk sanat” talep edeceklerine, mevcut statüyü savunma pozisyonuna geçmekten imtina etmediler ve aslında kendi elleriyle hükümetin sanat alanındaki projelerinin önünü açtılar. Sanatçıların salt AKP odaklı sığ ve yetersiz muhalefeti, şu anki görüntünün, tam da hükümetin istediği gibi “toplumdan yana tavır alan muhafazakâr hükümet – toplumu adam etmeye çalışan ve yaşam mücadelesi veren eski elitler” kamplaşması halini almasına yol açtı. Oysa sanatçılar, AKP’yi sanatı tahakküm olmakla itham edip, AKP’nin de Kemalizmin saptığı yola saparak sanatı ideolojik bir araç olarak kullanmaya kalktığını, buna karşın özerk ve baskılardan sıyrılmış bir statü istediklerini vurgulasa, hem kitlesel destek bulabileceklerdi, hem de hükümet, bu konuyu “yeni elitler – eski elitler” kamplaşmasına dönüştüremeyecekti.

Siyasette muktedirler değişti, bürokraside hızla değişiyor, şimdi de sıra sanat alanında. Hükümet, muhafazakâr demokrat algılarını hayatın her alanına yansıtacak şekilde, iktidar gücünü kullanarak ve bir anlamda eleştirdiği toplum mühendisliği yoluyla hayata geçirmeye çabalıyor. Dindar nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir parti, şimdi de sanat kurumlarını muhafazakârın estetiğini yansıtacak şekilde kurgulamaya çalışıyor. İşin en vahim tarafıysa, AKP’nin bunu tepeden inmeciliği/siyasal elitizmi ve toplum mühendisliğini eleştirerek hayata geçirmesi ve aslında hükümetin en zayıf olduğu nokta da bu. Muhalefet, bu konuda etkili olmak ve hükümetin toplum mühendisliği kokan düzenlemelerine karşı bir direnç alanı yaratmak istiyorsa AKP’nin en zayıf noktasını zorlamalı; çoğulculuk, demokrasi ve özgürlük odaklı bir söylem üretmeli, geçmişin alışkanlıklarından kurtularak toplum mühendisliğinden bağımsız söylemler kurabilmeli. Aksi halde hükümet, çoğulcu ve demokratik toplum yapılarına aykırı düzenlemeleri, daha çok demokrasi ve özgürlük söylemiyle hayata geçirmeye devam edecek.