Kanal İstanbul: Neo - Liberal Teyakkuzun Mekân Hali

Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde merakla beklenen çılgın projesini kamuoyu ile paylaştı ve Erdoğan'ın "Kanal İstanbul" olarak isimlendirdiği çılgın projeden muradının, İstanbul'a uygulanması epeydir planan fakat bir türlü hayata geçirilemeyen kentsel dönüşüm uygulamalarının, "çılgın proje" etiketiyle geniş kapsamlı olarak kısa sürede tamamlanması olduğunu öğrenmiş olduk. Öncelikle "kentsel dönüşüm"e dair kısa bir hatırlatma ile başlayalım.

1980'lerin ilk yıllarıyla birlikte,II. Dünya Savaşı sonrasındaki toplumsal-insani kaygıları da ilgi alanına alan iktisat anlayışının yerini, salt kâr ve kâr arttırma odaklı ekonomik neo - liberalizmin alması, sadece iktisadı ve siyaseti değil, şehirlere olan bakışı da derinden etkiledi. Nitekim neo - liberal zihniyet, kâr elde edilmesinin yeterli olmadığını, kâr edişi sürekli kılmanın da önemli olduğunu söylüyor ve neo - liberalizm öncesi dönemden farklı olarak, kâr devamlılığı/artışı ve pazar genişlemesi adına hayatın istisnasız her unsurunu, iktisaden gerçeklenmeyi” bekleyen birer iktisadi hedef haline geliyordu: okullar, toplu taşıma araçları, hastaneler, otoyollar, kamu binaları..

Şüphesiz, neo - liberalizmin ağırlığını giderek hissettirdiği 1980 sonrası dönemde, şehirler de bu kâr merkezli sürecin dışında kalamadı. Neo liberal zihniyet, kendisinin birebir yansıması olacak yeni şehirler/varlıklar ortaya çıkartmak ve eskiyi kovmak için uğraş vermeye başladı ve şehirleri öylesine ideolojik bir kurguyla şekillendirmeye çabaladı ki, o şehirlerde yol kat ettiğinizde şehrin ideolojik dokusu, her an size kendi yaratıcısının meşum ismini fısıldayacak, sabah akşam durmaksızın çalışmanın, daha çok kazanmanın ve yine kazanmanın kutsandığı neo liberal mekânlar olduklarını haykıracak.

İstanbul'un dokusuna verilen neo - liberal zarar süreci, 1980'lerin ilk yarısından itibaren türkiye’nin ekonomik olarak dışa açılması süreciyle birlikte başladı. Yaklaşık çeyrek yüzyıldır devam eden “yeni İstanbul” sürecinin taşıyıcısı, ideolojik içerikleriyle tezatlık oluşturacak şekilde “muhafazakâr” olduklarını ifade eden merkezi ve yerel yönetimler oldu. İstanbul, kendinden en çok parçayı, muhafazakâr olduğunu söyleyen iktidarlar döneminde yitirdi. Nitekim “muhafazakârlık” söylemi, bu yıkım sürecinde kitlesel bir meşruiyet/onay aracı olarak işlevseldi.

800 hektar orman alanına mal olmasına ve Boğaz'ı iyiden iyiye bir köprü çöplüğüne dönüştürecek olmasına rağmen Boğaz'a üçüncü köprü yapılması isteniyor, özel yasa ile korunan Boğaz tepelerindeki arazilerde Arap şeyhleri için gökdelen/konak vs. izni çıkartılmaya çalışılıyor, Cumhuriyet mimarisinin özgün örneklerinden olan İMÇ blokları yıkılarak yerine 50 adet “modern” villa yapılması tasarlanıyor, bin yıllık Bizans mahallesi Sulukule'yi ortadan kaldırıp villaların ve sitelerin kaplayacağı ve elbette Sulukule yerlilerinin barınmayacağı bir “yeni” Sulukule kurulmak isteniyor. En son öğrendiğimiz çılgın proje ile de, tüm bu saydığım meşumları da bardıran, toplu bir kentsel dönüşüm ve neo liberal transformasyon hedefleniyor.Başka bir deyişle, tüm merhametsizliği ve vulgarlığı ile “eskiye yer olmayan yeni bir dünya, yeni bir İstanbul kuruluyor ve buradaki "yeni"nin dini de, şüphesiz ki iktisat dininin en saldırgan mezhebi olan neo - liberalizm.

Erdoğan'ın, "çılgın proje" dediği Kanal İstanbul'da, yoksullara, işsizlere ve diğer ötekilere yer yok. Doğaseverlere yer yok, sanatseverlere yer yok, hayata dair kaygıları olan insanlara yer yok. Erdoğan'ın yeni İstanbul konsepti, işadamları ve işkadınları demektir; finans merkezleri demektir, kaç kat olduğunun sayılması güç olan binalar demektir, binlerce ağaç kesip sonrasında beş-altı ağaç dikmeyi doğaseverlik olarak göstermektir, yoksulları şehir dışına sürmektir.

Salt İstanbul'u korumak için değil, İstanbul özelinde diğer şehirleri de korumak için, Erdoğan ve arkadaşlarının Kanal İstanbul projesine karşı çıkılması gerekir. Daha da ötesi, hayatlarımıza dayatılmaya çalışılan neo - liberal zihin dünyasının hayat alanımız olan şehirlerimiz ve mekânlarımız üzerinden topluma saldırmasına hayır demek gerekir.

Kanal İstanbul projesi, topluma pervasızca bir meydan okumadır. Ve şüphesiz İstanbul sakinleri de, İstanbul'un geleceği konusunda karar verme iradesine sahiptir. İstanbul, Erdoğan ve arkadaşlarının keyfine terk edilemeyecek kadar topluma aittir; bunu da hatırlatmak ahlâki bir zorunluluktur.

Devlet Tiyatroları Kapatılmalı mı?

Birkaç yıl önce dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'ın Devlet Tiyatroları'nın mevcut statüsüyle ilgili "devlet tiyatrolarının özelleştirileceğine" yorulan açıklamaları ve şu anki bakan Ömer Çelik'in de "Devlet tiyatrolarında modeli değiştireceğiz." açıklamaları, aslında uzunca süredir tartışılan bir konuyu yeniden gündeme getirmiş oldu. Nitekim bu konu, yaklaşık dört yıl önce Prof. Atilla Yayla'nın Zaman gazetesindeki bir makalesinde ortaya attığı, gazeteci Gülay Göktürk'ün desteklediği ve sanat çevrelerininse ağırlıklı olarak karşı çıktığı bir öneriydi.

Bu önerinin ilk elde provokatif ve tartışılması abes gözüktüğü söylenebilir fakat devlet tiyatrolarının varlığının tartışılmaz ve pür-i pak bir gerçeklik olmadığını da teslim etmek gerek. Elbette devletin sanatın her dalına olduğu gibi tiyatrolara da destek vermesi gerekiyor fakat destek ile sahibiyet/müdahale arasındaki çizginin muğlak seyrettiği bir hal söz konusuysa, devlet tiyatroları ile siyasal otorite arasındaki ilişki hiyerarşik bir süreçte yürüyorsa, daha da açığı, eğer devlet tiyatroları "devletin tiyatroları" olarak varlığını sürdürüyorsa, devlet tiyatrolarının statüsünü sorgulamaya şiddetle gereksinim vardır. Devlet - tiyatrolar ilişkisi, devlet tiyatrolarının kaldırılması-kaldırılmaması tartışmasına indirgenemeksizin, devletin tiyatrolara daha fazla destek olması/tiyatrolar üzerindeki bürokratik vesayetin kaldırılması ve tiyatroların idari ve mali özerklik ile sanat özgürlüğü ilkeleri üzerine oturabilmeleri üzerinden tartışılmalıdır. nitekim temel sorunumuz, tiyatroların idari anlamda, mali anlamda ve sanat boyutuyla kendini gerçekleştirirken bir vesayet şemsiyesine maruz kalmasıdır ve eğer devlet tiyatrolarını tartışacaksak, işe bu maddelerden başlamak gerekiyor. Bir tarafta devleti akla gelen hemen her alandan çekmeye yeminli yeni liberal kalemler, diğer yandan devlet tiyatrolarını cumhuriyetin kalesi olarak gören ve orada devletin varlığını cumhuriyetin al-i menfaatinden sayan tutucu zihniyet. Maalesef her iki pozisyon da, bahsettiğim sorunları ıskalıyor ve sorunun gerçek boyutunun konuşulmamasına yol açıyor.

Birey ve toplum üzerinde yasal ve pratik denetleyici bir aygıt olan devletin sanatı da sanatçısı da olmamalı. Sanat(çı), özgür olabildiği ölçüde sanatçıdır, kurumsal bir aygıtın filanca sayılı kanununa bağlı bir memur, sanatı ve sanatçıyı bürokrat aydın yapar, sanattan koparır. Devlet tiyatroları özerkleştirilmeli, devlet direkt ve beklentisizce tiyatroları finanse etmeli, idari ve mali anlamda tiyatrolar tam özerkliğe sahip olmalı.

Bir de şunu eklemiş olalım, bu konuyla ilgili asıl konuşması gerekenlerin, devlet tiyatrosu oyuncularının seslerini duymak pek mümkün olmuyor. Konuşanlar da çoklukla statükonun devamından ve devlet aklının oyunculuğundan öteye gidemiyor.