Avrupa Birliği: Efsaneler ve Gerçekler Arasında

Avrupa Birliği, özellikle son 5 – 6 yıllık siyasal süreçte, adaylık ve müzakere süreçlerinin etkisiyle sadece entelektüel düzeyde değil, sıradan insanın da sıkça “tartışmaya çalıştığı” politik başlıklardan birisi oldu. AB süreciyle ilgili bazı sorular, çoğunlukla AB karşıtlarınca artık amentüleşmiş halde AB’yi olumlu bulanlara ya da destekleyenlere sıkça yöneltiliyor. Belirli soru(n)lar üzerinden AB’yi niçin desteklediğimizi açmaya çalışalım. Belirtmek gerekir ki, aşağıdaki soruların cevapları çok daha ayrıntılı ve sistemli olarak cevaplandırılmayı hak etmektedir, fakat yerimizin sınırlılığı nedeniyle genel çerçeveyi çizmeye çalışmakla yetindik.

Soru: AB emperyalist midir? Bizi bölme tehlikesi var mıdır?

Emperyalizm, kelime anlamıyla " bir ulusun, başka bir ulusun ya da başka ulusların toprağını ele geçirerek yayılması anlamına gelmekle birlikte , günümüzde daha çok ekonomik ve siyasal gücü ellerinde bulunduran devletin, daha zayıf konumdaki devletler üzerinde siyasal ve ekonomik egemenlik kurmaya çalışması ve bu amaca dönük siyasalar gütmesidir, bu amaçla çeşitli araçlar kullanmasıdır.

AB’nin kuruluşunun temelinde, ilk elde Avrupa’da, sonrasında ise dünyada kalıcı barış ortamının tesis edilebilmesi, siyasi ve ekonomik istikrarın kalıcı ve sürdürülebilir hale getirilmesi, özgürlük ve demokrasi ilkelerini korumak, hukukun üstünlüğünü güvenceye almak ve insan haklarına saygının yerleşmesini sağlamaktır.

Nitekim AB, 30 yıl içinde iki tane dünya savaşının çıkış noktası olan Avrupa’da, II.Dünya Savaşı’nın yıkıntılarının üzerinde doğdu ve temel amaç, öldüğü söylenen Kant’ın ebedi barışına bir adım olsun yaklaşabilmek, sorunları uzlaşı ve ortaklaşma üzerinden çözebilme kapasitesini geliştirebilmek ve siyasal istikrarı, ekonomik işbirliği ile perçinlemekti. Bu bakımdan, varoluş nedeni “kalıcı ve sürdürülebilir bir barış ortamının tesisi” olan bir örgütün emperyalist olduğunun söylenmesi, örgütün varlık amacıyla çelişiyor.

Ayrıca, AB, kurucu andlaşmaları ile her üye devletinin bütünlüğüne saygı gösterir ve bunu güvence altına alır. Nitekim, bugün AB’ye tam üye olan hiçbir devlet bölünmemiştir. Zaman zaman İspanya’nın AB tam üyeliği nedeniyle bölünmeye doğru gitti ifade edilmektedir. Bu söylemler de gerçeği yansıtmaktan uzaktır, nitekim İspanya, 1975’te Franco’nun ölümünün ardından demokrasiye geçiş sürecinde 1978 Anayasası’nı kabul etmiş, ve bu anayasa ile 17 özerk bölge tanınmıştır. Bu sene içerisinde Zapetero hükümetinin Katalonya ile olarak gerçekleştirdiği reform planı ise, Katalonya’daki özerklik rejiminin değişimidir, ve AB’nin burada herhangi bir talebi ya da istemi söz konusu değildir. Olay, sadece İspanya’nın gerçekleştirdiği bir özerklik rejimi değişikliğidir.

Unutmamalı ki, AB’nin siyasal ve ekonomik uyum kriterleri, üye ülkelerdeki politik ve iktisadi istikrarı güçlendirdiği için, bölünmeden çok birlik duygusunu güçlendirmektedir. Nitekim, söylemi “farklılıkta birliktelik” olan AB etkisiyle, giderek daha çok sayıda insan, farklı kimlik ve aidiyetleri ile bir arada yaşayabileceklerini, varolmanın tek koşulunun mono-tip olmak olmadığına ikna olmuşlardır. Bu duygu, şüphesiz ki birlik duygusunu güçlendirecektir.

Soru: Ama AB üyeliği ile egemenlik Brüksel'e devredilecek, peki bu bizim ulusal çıkarlarımızı ve milli egemenliğimizi zedelemez mi?

AB hukuku dediğimiz sistem, ki Brüksel hukuku olarak da isimlendirilir, AB'ye tam üye olan devletlerin, egemenlik unsurlarından tanımlamış belirli unsurları, çerçevesi çizilmiş kadarıyla Brüksel'e aktarmaları, ve bu aktarmanın Brüksel havuzunda toplanmasıyla oluşur. İşte oluşan bu Brüksel havuzu, AB hukukunu ve sistemini meydana getirmekte ve AB'nin ulus ötesi olmasının temel adımı olmaktadır. Brüksel havuzu, AB’nin hukuki, siyasi ve iktisadi işleyişinin temel unsurudur.

Sözgelimi Türkiye Anayasa'sında yer alan, ve 2004 yılındaki Uyum Paketleri çerçevesinde eklenen cümle, şöyledir: “(Ek: 7.5.2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Bu madde ile, ulus ötesi uzlaşıların oluşturduğu kural ve normların, ulusal normlara üstünlüğü kabul edilmiş oluyor. Dolayısıyla, AB tam üyeliğini hedefleyen Türkiye’de, parçası olmak istediği kurumun ortaklaşmasına uyulmanmış, kendisini hazır hale getirmiş oluyor. Yani olası bir Türkiye’nin AB üyeliği halinde, AB işleyişini mümkün kılacak bir adım atmış oluyor Türkiye.

AB içerisinde, bir ulus devletin attığı her adımın bir geri dönüşü vardır. Başka bir deyişle, ulusal şerhler, daima Brüksel havuzunun işleyişinde etkili olabilmektedir. Zaten AB'nin amacı, ulusal paradigmaları olabildiğine aşmak olduğundan, Brüksel hukuku meydana geldi. Bu nedenle, egemenlik devrini ölüm gibi gösterenler, insanların AB hukuku ve siyasal sistemi konusundaki bilgisizliklerinden faydalanmak istenci güdüyorlar.

Soru: Ama nasıl olsa AB bizi almayacak, niçin bunca taviz veriliyor?

Bir defa, AB süreciyle ilgili olarak hiç hazzetmediğim bir kelime, "taviz vermek". Şunu zihnimize yerleştirelim: AB, kurucu andlaşmaları ve sonradan imzalanan siyasi ve ekonomik amaçlı andlaşmaları ile, bir bütünlüğe dayanan sisteme sahiptir. Dolayısıyla bu sisteme dahil olmak isteyen her devlet, kendi yapısını AB sistemine "uyumlandıracak" yasal değişiklikleri gerçekleştirmek, ve bunları uygulamaya geçirmek zorundadır. Bu, İngiltere için de geçerliydi, İspanya için de geçerliydi.. her aday üye için geçerliydi.

Deniliyor ki, "AB niçin bizi 40 yıldır süründürüyor?" Unutmayın, 1959 Roma Andlaşmasından bugüne, bu ülkede 2 askeri darbe, 1 muhtıra ve 1 tane de post modern dedikleri darbe yaşandı. Bu, başka hiçbir AB aday ülkesinin yaşamadığı bir olağanüstülük idi. Ayrıca, nüfusu 70 milyonu aşan, nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırında yaşayan, vasıflı insan sayısının toplam nüfusa oranının görece az olduğu, sivil – asker ilişkilerinin bir “tuhaf” olduğu, cemaatçiliğin içsel olduğu bir ülkenin adaylık süreci, doğal olarak İngiltere ya da İspanya’nın üyelik sürecine benzemeyecektir, dolayısıyla tam üyelik sürecinin 40 küsür yıla yayılmasına bir de bu yönüyle bakmayı deneyebiliriz.

Gelelim, "AB bizi almayacak" hayıflanmalarına. Hatırlatmak gerekir, İngiltere, tam üyelik yolunda De Gaulle'ün Fransa'sından tam iki defa veto yemiştir, hem de tam üyeliği an meselesi iken. İspanya, 8 yıllık zorlu bir sürecin ardından, tam üyeliğine günler kala "ama İspanyollar çok fakir" denilerek dışarıya itilmeye çalışılmıştır. Ama ne İngilizler, ne de İspanyollar, hamasi milliyetçiliğe kapılmadan bildikleri yolda devam etmiş ve tam üyeliği elde etmişlerdir, her şeyden önemlisi, ısrarcı ve kararlı olmuşlardır.

Tam üyelik sürecini, hiçbir aday ülke güle oynaya geçirmez, hatta AB'ye destek oranının en çok düştüğü dönem, tam üyelik sürecinin ilerleyen aşamalarıdır. Dolayısıyla, milliyetçi hamasete en açık dönem de, müzakere süreci.

Türkiye’nin sadece siyasi ve iktisadi kriterleri yerine getirmesi yetmez, aynı zamanda AB içerisinde bugün yaşanan krizlerle ilgili olarak da söyleyecek sözleri olmalı. AB tarafı, bu anda bizi daha fazla ciddiye almaya başlayacak, istekli olduğumuz konusunda daha da inandırıcı olabilmeyi başarmak mümkün olacak.

Türk Olmak, Türkiyelilik ve Kimlik

Türkiye’de bireysel/toplumsal kimlik kavramının etrafında seyreden tartışmalar, özellikle Başbakanlık bünyesindeki İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporuyla başlamıştı. Türklük, Türkiyelilik, alt kimlik – üst kimlik ve benzeri tartışmalar da, gündemi uzunca bir süre meşgul etmiş, pek çok olgun(!) tepki eşliğinde konuyu vatan millet siperane tartışmıştık(?). Her ne kadar 1.5 – 2 yıl önceki kadar olmasa da o günlerden bu tarafa bu konu halâ ‘kurcalanmaya’ (anlaşılmaya/tartışılmaya değil!) devam ediyor.

Özetle hatırlayacak olursak İHDK Raporu, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne seyreden tarihsel/kuramsal değişime/gelişime vurgu yapıyor ve kapsayıcılığı dar ve tektipleştirici olan Türklük yerine, daha kapsayıcı ve esnek bir ifade olan ‘Türkiyelilik’ ifadesini öneriyordu. İşte tüm dillendirmeler, tam da bu noktadan başlamıştı.

Yazar Amin Maalouf kimliği, ‘beni başka hiç kimseye benzemez yapan şey’ olarak tanımlıyor. Yine kendi ifadeleriyle, ‘her varlığın tekil ve potansiyel olarak yerinin doldurulamaz oluşunu sağlayan’ da, kimliktir. Kimlik kavramının yeknesak/tekil olduğu fikri, aslında kimliğin bir ‘aidiyetler’ bütününün ürettiği ‘bireysel’ ve ötesinde ‘toplumsal’ toplam olduğu gerçeğini gizliyor. Nitekim, bir insanın kendi kimliğini ifade ederken kimliğini salt ‘Türk olmak’ ile doldurmaya çalışması şüphesiz yetersiz kalacaktır, çünkü bu birey/insan, başlı başına etnik bir aidiyeti ifade eden ‘Türk olmanın’ dışında farklı aidiyet öğelerine de sahiptir ve daha da önemlisi, bir toplam olduğunu belirttiğimiz kimlik, bu aidiyetlerden salt biriyle açıklanamaz. Daha açık bir ifadeyle, doğrudan doğruya ‘kim olmak’ ile ilgili bir mesele olan ve ‘söz konusu herhangi bir kimi’ tanımlayan kimlik, o kişiyi bireyselde ve toplumsalda ifade edebilecek tüm aidiyetlerin toplamıdır. Dolayısıyla, tek ve asli olduğu iddiasıyla salt bir aidiyet bağının esas alınıp – örneğin Türk olmak-, diğer aidiyet bağlarının yok sayılması, ortaya konulacak ‘kimlik’ ifadesinin boşlukta kalmasına neden olacaktır, nitekim ortada kimlik yoktur aslında, sadece kimlik olduğu söylenen ve, asli ve mutlak olduğu kafamıza kakılan etnik aidiyet vardır burada. Yani, kimliği oluşturan aidiyet unsurlarından birisi alınıyor ve önümüze kimlik olarak sunuluyor. En basitçe ifade bu. Üstelik farklı etnik aidiyetlerin varlığı da yadsınıyor, bu da yok saymacılığın başka bir boyutu.

Sözgelimi kimliğinin Türk olduğu söylenen bir kimse, aynı Alevi veya Sünni de olabilir, sağcı ya da solcu da olabilir, falanca şehirlidir, filanca ilçedendir ve filanca köylüdür aynı zamanda. Daha da detaya inebiliriz burada, tuttuğu futbol takımı, cinsel tercihleri vs.. Aynen Maalouf’un dediği gibi, hiç kimseye benzemeyen bir kimse ve onu benzemez yapan da sahip olduğu kimliği. Bakın, kimlik tenceresi salt ‘Türk olmak’ ile doldurulmaya çalışılan bir ‘Türk’ün, aynı zamanda farklı aidiyetlere (kimlik değil, aidiyet) sahip olduğunu, ve tam da bunun, yani kimliğinin, onu benzersiz/biricik ve özel kıldığını anlıyoruz.

Nitekim boşlukta kalmayacak bir kimlik tanımı, ancak bireyin benzersizliklerini, yani farklılıklarını ortaya koyabildiği ölçüde mümkündür. Oysa kadim Cumhuriyetçi gelenek, bunun tam aksine kimliği, ‘tek bir’ etnik aidiyetin öne alınıp diğer tüm aidiyet bağlarının, en hafif ifadesiyle ‘yok sayıldığı’ bir kavram olarak anlamaktan ve dahi dayatmaktan imtina etmedi. Keza, Cumhuriyet tarihinin değişmez tehdit algılarının ‘bölücülük’ ve ‘irtica’ üzerinde inşa edilmesi de, tam da bununla ilgilidir. Kürt sorunu, etnik aidiyetin ‘tek ve bir’ olarak algılamasından – Türk olmak- ve bunun dayatılmasından, irtica sorunu ise, dinsel aidiyet bağlarının olduğu gibi kabullenilememesinden ileri gelen sıkıntılardır.

Kadim Cumhuriyetçi geleneğin aslında bizim gözümüze ‘kimlik’ diyerek sokmaya çalıştığı şey, kimliğin sürüyle unsurlarından sadece birisi olan etnik aidiyet unsuru. Onu da, diğer etnik aidiyet bağlarını yok sayarak sunuyor bizlere. Anlaşılan elit gelenek, fena halde ‘kimlik ile aidiyet kavramlarının anlamlarını karıştırmış’ durumda. Çünkü çatık kaşlarla dillendirdikleri o kavram, - Türk olmak-, kimlik değil aidiyettir ve hiçbir güç, hele hele devlet otoritesi, bireyin aidiyet dünyası ile değiştirici/vazgeçtirici bir talep ya da baskıda bulunamaz. Zaten aidiyet bağları, çoğu kez kendiliğinden oluşur ya da doğuştandır ve o bireyi o birey yapan başlıca öğedir. Yani aidiyetler üzerinde baskının ve hatta yaptırımların –Kürtçenin yasaklanmasını hatırlayınız- , hiçbir demokratik dayanağı ve ötesinde anlamı yoktur.

Dolayısıyla, bizi biz yapan tüm farklı aidiyet bağlarımızı alt alta koyduğumuzda, ‘kim olduğumuz’, yani kimliğimiz konusunda net bir fikre sahip olunabiliyor. Yani Türk olmak, ya da olmamak, kimlik kavramının içerisini tek başına doldurmakta yetersiz kalmakta, ve tek başına pek fazla bir fikir vermemektedir.

Sözgelimi, bir kimlik olduğu iddiasıyla Türksün, ya da değilsin. Peki kimliğinin bir öğesi olan cinsel tercihin, dolayısıyla cinsel aidiyet bağın ne? Türk olmak ya da olmamak, cinsel tercihlerimiz konusunda bize bir fikir veriyor mu? Madem Türk olmanın ya da olmamanın bir kimlik olduğu buyuruluyor, o halde bu mefhum niçin kimliğin diğer aidiyet öğelerini açıklayamaz ve anlamsızlaşır?

Kimlik, aynı zamanda görelidir ve bu göreliliği politik ve toplumsal koşullar belirler. Ve dönemsel olarak, kimliğin içerisindeki kimi aidiyet bağları öne çıkabilmektedir. Sözgelimi, bir dünya savaşı çıktığında muhtemelen Türk olmak –etnik aidiyet- önem kazanacakken, Bosna Savaşı söz konusu olduğunda dinsel aidiyet bağı – Müslüman olmak- önem kazanacaktır. Yani kimlik, durağan olan ve status quo’da içsel olan bir kavram değil, tam tersine barındırdığı aidiyet bağları nedeniyle göreli bir kavramdır. Dolayısıyla, kimlik kavramını isimlendirirken kullanılacak ‘isim’, olabildiğine esnek olmalı, bireylerin benzemezliği/biricikliği/tekilliği gerçeğine uygun olacak şekilde bireylerin ortaklaşacağı bir ‘genel’ payda olmalıdır. Öyle ki, kimlik dediğimiz zaman, aynı zamanda her bir bireyin benzemezliğini/tekilliğini barındırabilecek bir kavramdan bahsetmiş olmalıyız. İşte Türkiyelilik teriminin önemi de buradan kaynaklanıyor.

Türkiyeli olmak, bu topraklarda yaşan on milyonlarca birbirine benzemezin ortaklaşabileceği ve aynı zamanda tüm farklılıklarını hürce yaşatabilecekleri bir payda. Türkiyeli bir kimse, Alevi de olabilir, Sünni de, Ateist de, Musevi de… Türk de olabilir, Kürt de, Çerkes de.. Solcu da olabilir, sağcı da olabilir, çekimser de olabilir… Heteroseksüel de olabilir, biseksüel de olabilir…

Yani Türkiyeli olmak, aidiyet bağlarımızın hiçbirisinin önünü kesmiyor, hiçbir aidiyet bağını yok saymıyor, hele hele hiçbir aidiyet bağını toplumuna çatık kaşlarıyla dayatmıyor. Basit bir şekilde, bu topraklarda yaşamamızdan ileri gelen Türkiyeliliğimize vurgu yapıyor, ve tüm aidiyet bağlarının bu Türkiyelilik içerisinde oluştuğunu kabul ediyor, farklı bir aidiyet bağı söz konusu olduğunda, sessizce kenara çekilmesini de biliyor.

Erdoğan’ın dili: Türkiye Ortadoğu’daki aktör vasfını yitirirken

2008 ekonomik krizi sonrası çizilecek yol haritasını belirmek üzere gerçekleştirilen Davos Zirvesi’ne damgasını vuran, beklenmediği şekilde Erdoğan’ın Peres’e sert çıkışı oldu. Normalde yeni dönemde nasıl bir iktisadi yol izleneceğinin uzun uzadıya tartışılacağı bir toplantılar dizisi olarak tasarlanan 2009 Davos Zirvesi, kapsamında düzenlenen Ortadoğu oturumunda yaşananlarla hatırlanacak. Dış politika geçmişimizde daha önce hiç tanık olmadığımız bu tavır, hem içerik hem de üslup hem de yarattığı geniş ölçekli şok bakımından etraflı bir değerlendirmeyi hak ediyor.

Türkiye, tarihsel olarak İsrail’in bölgedeki en yakın politik ve ekonomik müttefiki. Fakat bu müttefiklik ilişkisi, her zaman olumlu seyreden kusursuz bir doğrusallık izlememiştir. İsrail’in Filistin’e ya da herhangi bir Arap ülkesine saldırdığı durumlarda Türkiye, İsrail’i diplomatik bir dil çerçevesinde uyarmaktan geri durmamış, İsrail de bölgede sahip olduğu bu değerli müttefiki yitirmemek için, deyim yerindeyse “alttan almaktan” imtina etmemiştir. Bu ilişki türü, hem Türkiye’nin Filistin konusunda mağdurun yanında yer alması adına “vicdanını rahatlatmış”, hem de İsrail gibi önemli bir savunma ve stratejik müttefiki yanında tutmuş olması bakımından tutarlı ve yapıcıydı.

Erdoğan, iktidara geldiğinden alışıldık Türk dış politika yaklaşımından farklı olarak İsrail’e karşı en sert ve öfkeli duyguların sözcülüğünü yaptı. Sözgelimi Erdoğan, yaklaşık iki yıl önce de, İsrail’in “devlet terörü” uyguladığından bahsediyordu. Bu sözlerin İsrail’deki yansıması ise, “derin üzüntüden” ibaret olmuştu. Erdoğan benzer çıkışları zaman zaman devam edecek, İsrail tarafıysa üzüntü belirtmekten öteye gitmeyen karşılıklar vermeye devam edecekti; yani klasik Türkiye – İsrail dengesi bozulmadan sürecekti.

Erdoğan’ın Peres’le girdiği ağır polemik, yıllardır var olan Türkiye – İsrail dengesini ve Türkiye’nin İsrail ile Filistin arasındaki makul mesafesini sarsıcı nitelikte. Türkiye, Davos çıkışıyla zirveye çıkan öfke nöbetiyle Filistin sorununda bir uzlaştırıcı/denge unsuru olmaktan öte Filistin’in/hatta sadece Hamas’ın sözcüsü/temsilcisi olarak algılanma durumunu pekiştirdi. Eğer Türkiye, Filistin sorununun çözümünde aktif bir rol almak ve aktör vasfı yüklenmek istiyorsa, bunun ancak çatışma taraflarıyla kurabileceği yakın ve iyi ilişkilerle mümkün olabileceğini unutmamalı. Taraflardan bir tanesinin güvenmediği bir ülkenin, barış sürecinde etkili rol oynayabileceği oldukça tartışmalıdır.

Ak Parti hükümetinin Hamas’la görüşmesi ve Hamas’ın yer almadığı bir barış sürecinin anlamsız olacağı tezi yanlış değil. Nitekim Hamas, siyasi partisi eliyle Gazze’de halk oyuyla iktidarı elinde tutuyor ve meşru bir hükümet. Fakat Erdoğan hükümeti, Hamas’ı sürece katma işini biraz abartmış gözüküyor; işi Hamas’ı sürece katma uğruna İsrail’le ilişkileri feda etme noktasına getiriyor. Hatırlartmak gerekir, Hamas liderliği ile tek görüşen ülke Türkiye değil, Fransa da üst düzey diplomatları aracılığı ile Hamas’la diyalog halinde ve bu süreci İsrail ile Hamas arsında mekik dokuyarak gerçekleştiriyor. İngiltere ve İspanya’nın da Hamas’la ilişki halinde oldukları biliniyor. Yani Hamas’ı muhatap alıp sürece katmaya çalışmak, Erdoğan hükümetinin yaptığı gibi, Hamas’ın gayriresmi sözcülüğünü yapmayı gerektirmiyor. Bunun, barış sürecine katkı sunmaktan öte sürecin önemli bir ayağı olacak “dengeleyici Türkiye” unsuruna zarar verdiği çok açık.

Erdoğan’ın sorunlu tavrının, Türkiye’nin Ortadoğu’da özellikle Arap dünyasında prestijini arttıracağı söyleniyor. Nitekim bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, Gazze’de Erdoğan’a destek mitingleri düzenleniyordu. Erdoğan’ın farkına varması gereken, bir taraftan bu tavrıyla Arap dünyasında Türkiye’nin prestiji artarken, diğer tarafta İsrail’le ilişkilerin eskisi kadar yakın olamayacağı gerçeği. İsrail’e ve Batı’ya mesafe almış, İran’dan farksız bir Filistin duruşu sergileyen Türkiye’nin, Filistin sorununun çözümünde “ortak akıl/dengeleyici ortak” olarak bulunma şansı kalmıyor. Erdoğan’ın sert çıkışları, sandığının aksine Türkiye’nin elini ve pozisyonunu güçlendirmiyor.

Erdoğan’ın Davos’taki sert çıkışının, her şeyden önce diplomatik üslup bakımından tasvip edilecek bir yanı olmadığı da kesin. Sorun, dile getirilenlerin doğru olup olmamasından çok ağızdan çıkanların “nasıl” çıktığına dair bir “biçem” sorunudur. Diplomasi, bir temsil ve uygulama öğesi olduğu kadar tezlerin doğru yer ve zamanda, en makul ve etkili kelimelerle ifade edilmesini de tanımlar. Açıkçası Erdoğan’ın tepkisi, herhangi bir yurttaşın İsrail’e tepkisini yansıtırken kullanacağı ifadeleri kullanması bakımından diplomatik olmaktan çok uzaktı, avam bir tepkiyi yansıtıyordu. Erdoğan’ın, özünde haklı olduğu sözleri diplomatik bir çerçevede söylemesi bu krizin önüne geçebilirdi. Sözgelimi, “siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” türü Chavez – Ahmedinejad yollu bir cümle yerine, Peres gibi Nobel Barış Ödülü sahibi bir devlet başkanının insan ölümlerine seyirci kalmaması gerektiğinin vurgulanması, çok daha etkili, yapıcı ve bir o kadar da diplomatik nezakete uygun düşen bir hareket olacaktı.

Unutmamak gerekir, Sarkozy de, Peres de, Livni de ve diğer devlet başkanları da en az Erdoğan kadar hiddetlenebilecek, “masaya yumruğunu vurabilecek” insanlar. Her insan yapabilir bunu. İş, masayı yumruğunu vurmadan, öfkelenmeden, kızarıp bozarmadan tezlerini etkili ve güçlü bir vurguyla anlatabilmek. Diplomasiyi diplomasi, siyaset erbabını siyasetçi yapan, tam olarak budur.

İsrail, her şeye rağmen Türkiye ile işbirliğine devam edecek. İsrail’in resmi tavrını henüz bilmesek de Peres’in tartışma sonrasındaki ilk açıklamaları bu yöndeydi. Politik, ekonomik ve stratejik zorunluluklar, iki ülkenin sürekli işbirliğini zorunlu kılıyor. Zaten kaygımız, İsrail ile Türkiye ilişkilerinin kopması değil. Kaygı verici olan, İsrail ile Türkiye arasındaki güven duygusunun zayıflaması. Bu, hem Türkiye hem de İsrail için bir kayıp olacaktır. Ne Filistin sorununun çözümünde denge işlevini kaybetmiş bir Türkiye, ne de güvenebileceği laik- Müslüman bir müttefiki olmayan İsrail, barış için umut vermeyecektir. Erdoğan’ın, acilen bu amatörlükten sıyrılıp bir zamanlar Brüksel – Kopenhag yollarında takdirle izlediğimiz profesyonel çıkışlarını sergileme zamanıdır. Aksi halde, çok geç olacak.

10.02.2009