Türk Olmak, Türkiyelilik ve Kimlik

Türkiye’de bireysel/toplumsal kimlik kavramının etrafında seyreden tartışmalar, özellikle Başbakanlık bünyesindeki İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun raporuyla başlamıştı. Türklük, Türkiyelilik, alt kimlik – üst kimlik ve benzeri tartışmalar da, gündemi uzunca bir süre meşgul etmiş, pek çok olgun(!) tepki eşliğinde konuyu vatan millet siperane tartışmıştık(?). Her ne kadar 1.5 – 2 yıl önceki kadar olmasa da o günlerden bu tarafa bu konu halâ ‘kurcalanmaya’ (anlaşılmaya/tartışılmaya değil!) devam ediyor.

Özetle hatırlayacak olursak İHDK Raporu, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne seyreden tarihsel/kuramsal değişime/gelişime vurgu yapıyor ve kapsayıcılığı dar ve tektipleştirici olan Türklük yerine, daha kapsayıcı ve esnek bir ifade olan ‘Türkiyelilik’ ifadesini öneriyordu. İşte tüm dillendirmeler, tam da bu noktadan başlamıştı.

Yazar Amin Maalouf kimliği, ‘beni başka hiç kimseye benzemez yapan şey’ olarak tanımlıyor. Yine kendi ifadeleriyle, ‘her varlığın tekil ve potansiyel olarak yerinin doldurulamaz oluşunu sağlayan’ da, kimliktir. Kimlik kavramının yeknesak/tekil olduğu fikri, aslında kimliğin bir ‘aidiyetler’ bütününün ürettiği ‘bireysel’ ve ötesinde ‘toplumsal’ toplam olduğu gerçeğini gizliyor. Nitekim, bir insanın kendi kimliğini ifade ederken kimliğini salt ‘Türk olmak’ ile doldurmaya çalışması şüphesiz yetersiz kalacaktır, çünkü bu birey/insan, başlı başına etnik bir aidiyeti ifade eden ‘Türk olmanın’ dışında farklı aidiyet öğelerine de sahiptir ve daha da önemlisi, bir toplam olduğunu belirttiğimiz kimlik, bu aidiyetlerden salt biriyle açıklanamaz. Daha açık bir ifadeyle, doğrudan doğruya ‘kim olmak’ ile ilgili bir mesele olan ve ‘söz konusu herhangi bir kimi’ tanımlayan kimlik, o kişiyi bireyselde ve toplumsalda ifade edebilecek tüm aidiyetlerin toplamıdır. Dolayısıyla, tek ve asli olduğu iddiasıyla salt bir aidiyet bağının esas alınıp – örneğin Türk olmak-, diğer aidiyet bağlarının yok sayılması, ortaya konulacak ‘kimlik’ ifadesinin boşlukta kalmasına neden olacaktır, nitekim ortada kimlik yoktur aslında, sadece kimlik olduğu söylenen ve, asli ve mutlak olduğu kafamıza kakılan etnik aidiyet vardır burada. Yani, kimliği oluşturan aidiyet unsurlarından birisi alınıyor ve önümüze kimlik olarak sunuluyor. En basitçe ifade bu. Üstelik farklı etnik aidiyetlerin varlığı da yadsınıyor, bu da yok saymacılığın başka bir boyutu.

Sözgelimi kimliğinin Türk olduğu söylenen bir kimse, aynı Alevi veya Sünni de olabilir, sağcı ya da solcu da olabilir, falanca şehirlidir, filanca ilçedendir ve filanca köylüdür aynı zamanda. Daha da detaya inebiliriz burada, tuttuğu futbol takımı, cinsel tercihleri vs.. Aynen Maalouf’un dediği gibi, hiç kimseye benzemeyen bir kimse ve onu benzemez yapan da sahip olduğu kimliği. Bakın, kimlik tenceresi salt ‘Türk olmak’ ile doldurulmaya çalışılan bir ‘Türk’ün, aynı zamanda farklı aidiyetlere (kimlik değil, aidiyet) sahip olduğunu, ve tam da bunun, yani kimliğinin, onu benzersiz/biricik ve özel kıldığını anlıyoruz.

Nitekim boşlukta kalmayacak bir kimlik tanımı, ancak bireyin benzersizliklerini, yani farklılıklarını ortaya koyabildiği ölçüde mümkündür. Oysa kadim Cumhuriyetçi gelenek, bunun tam aksine kimliği, ‘tek bir’ etnik aidiyetin öne alınıp diğer tüm aidiyet bağlarının, en hafif ifadesiyle ‘yok sayıldığı’ bir kavram olarak anlamaktan ve dahi dayatmaktan imtina etmedi. Keza, Cumhuriyet tarihinin değişmez tehdit algılarının ‘bölücülük’ ve ‘irtica’ üzerinde inşa edilmesi de, tam da bununla ilgilidir. Kürt sorunu, etnik aidiyetin ‘tek ve bir’ olarak algılamasından – Türk olmak- ve bunun dayatılmasından, irtica sorunu ise, dinsel aidiyet bağlarının olduğu gibi kabullenilememesinden ileri gelen sıkıntılardır.

Kadim Cumhuriyetçi geleneğin aslında bizim gözümüze ‘kimlik’ diyerek sokmaya çalıştığı şey, kimliğin sürüyle unsurlarından sadece birisi olan etnik aidiyet unsuru. Onu da, diğer etnik aidiyet bağlarını yok sayarak sunuyor bizlere. Anlaşılan elit gelenek, fena halde ‘kimlik ile aidiyet kavramlarının anlamlarını karıştırmış’ durumda. Çünkü çatık kaşlarla dillendirdikleri o kavram, - Türk olmak-, kimlik değil aidiyettir ve hiçbir güç, hele hele devlet otoritesi, bireyin aidiyet dünyası ile değiştirici/vazgeçtirici bir talep ya da baskıda bulunamaz. Zaten aidiyet bağları, çoğu kez kendiliğinden oluşur ya da doğuştandır ve o bireyi o birey yapan başlıca öğedir. Yani aidiyetler üzerinde baskının ve hatta yaptırımların –Kürtçenin yasaklanmasını hatırlayınız- , hiçbir demokratik dayanağı ve ötesinde anlamı yoktur.

Dolayısıyla, bizi biz yapan tüm farklı aidiyet bağlarımızı alt alta koyduğumuzda, ‘kim olduğumuz’, yani kimliğimiz konusunda net bir fikre sahip olunabiliyor. Yani Türk olmak, ya da olmamak, kimlik kavramının içerisini tek başına doldurmakta yetersiz kalmakta, ve tek başına pek fazla bir fikir vermemektedir.

Sözgelimi, bir kimlik olduğu iddiasıyla Türksün, ya da değilsin. Peki kimliğinin bir öğesi olan cinsel tercihin, dolayısıyla cinsel aidiyet bağın ne? Türk olmak ya da olmamak, cinsel tercihlerimiz konusunda bize bir fikir veriyor mu? Madem Türk olmanın ya da olmamanın bir kimlik olduğu buyuruluyor, o halde bu mefhum niçin kimliğin diğer aidiyet öğelerini açıklayamaz ve anlamsızlaşır?

Kimlik, aynı zamanda görelidir ve bu göreliliği politik ve toplumsal koşullar belirler. Ve dönemsel olarak, kimliğin içerisindeki kimi aidiyet bağları öne çıkabilmektedir. Sözgelimi, bir dünya savaşı çıktığında muhtemelen Türk olmak –etnik aidiyet- önem kazanacakken, Bosna Savaşı söz konusu olduğunda dinsel aidiyet bağı – Müslüman olmak- önem kazanacaktır. Yani kimlik, durağan olan ve status quo’da içsel olan bir kavram değil, tam tersine barındırdığı aidiyet bağları nedeniyle göreli bir kavramdır. Dolayısıyla, kimlik kavramını isimlendirirken kullanılacak ‘isim’, olabildiğine esnek olmalı, bireylerin benzemezliği/biricikliği/tekilliği gerçeğine uygun olacak şekilde bireylerin ortaklaşacağı bir ‘genel’ payda olmalıdır. Öyle ki, kimlik dediğimiz zaman, aynı zamanda her bir bireyin benzemezliğini/tekilliğini barındırabilecek bir kavramdan bahsetmiş olmalıyız. İşte Türkiyelilik teriminin önemi de buradan kaynaklanıyor.

Türkiyeli olmak, bu topraklarda yaşan on milyonlarca birbirine benzemezin ortaklaşabileceği ve aynı zamanda tüm farklılıklarını hürce yaşatabilecekleri bir payda. Türkiyeli bir kimse, Alevi de olabilir, Sünni de, Ateist de, Musevi de… Türk de olabilir, Kürt de, Çerkes de.. Solcu da olabilir, sağcı da olabilir, çekimser de olabilir… Heteroseksüel de olabilir, biseksüel de olabilir…

Yani Türkiyeli olmak, aidiyet bağlarımızın hiçbirisinin önünü kesmiyor, hiçbir aidiyet bağını yok saymıyor, hele hele hiçbir aidiyet bağını toplumuna çatık kaşlarıyla dayatmıyor. Basit bir şekilde, bu topraklarda yaşamamızdan ileri gelen Türkiyeliliğimize vurgu yapıyor, ve tüm aidiyet bağlarının bu Türkiyelilik içerisinde oluştuğunu kabul ediyor, farklı bir aidiyet bağı söz konusu olduğunda, sessizce kenara çekilmesini de biliyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder