Erdoğan’ın dili: Türkiye Ortadoğu’daki aktör vasfını yitirirken

2008 ekonomik krizi sonrası çizilecek yol haritasını belirmek üzere gerçekleştirilen Davos Zirvesi’ne damgasını vuran, beklenmediği şekilde Erdoğan’ın Peres’e sert çıkışı oldu. Normalde yeni dönemde nasıl bir iktisadi yol izleneceğinin uzun uzadıya tartışılacağı bir toplantılar dizisi olarak tasarlanan 2009 Davos Zirvesi, kapsamında düzenlenen Ortadoğu oturumunda yaşananlarla hatırlanacak. Dış politika geçmişimizde daha önce hiç tanık olmadığımız bu tavır, hem içerik hem de üslup hem de yarattığı geniş ölçekli şok bakımından etraflı bir değerlendirmeyi hak ediyor.

Türkiye, tarihsel olarak İsrail’in bölgedeki en yakın politik ve ekonomik müttefiki. Fakat bu müttefiklik ilişkisi, her zaman olumlu seyreden kusursuz bir doğrusallık izlememiştir. İsrail’in Filistin’e ya da herhangi bir Arap ülkesine saldırdığı durumlarda Türkiye, İsrail’i diplomatik bir dil çerçevesinde uyarmaktan geri durmamış, İsrail de bölgede sahip olduğu bu değerli müttefiki yitirmemek için, deyim yerindeyse “alttan almaktan” imtina etmemiştir. Bu ilişki türü, hem Türkiye’nin Filistin konusunda mağdurun yanında yer alması adına “vicdanını rahatlatmış”, hem de İsrail gibi önemli bir savunma ve stratejik müttefiki yanında tutmuş olması bakımından tutarlı ve yapıcıydı.

Erdoğan, iktidara geldiğinden alışıldık Türk dış politika yaklaşımından farklı olarak İsrail’e karşı en sert ve öfkeli duyguların sözcülüğünü yaptı. Sözgelimi Erdoğan, yaklaşık iki yıl önce de, İsrail’in “devlet terörü” uyguladığından bahsediyordu. Bu sözlerin İsrail’deki yansıması ise, “derin üzüntüden” ibaret olmuştu. Erdoğan benzer çıkışları zaman zaman devam edecek, İsrail tarafıysa üzüntü belirtmekten öteye gitmeyen karşılıklar vermeye devam edecekti; yani klasik Türkiye – İsrail dengesi bozulmadan sürecekti.

Erdoğan’ın Peres’le girdiği ağır polemik, yıllardır var olan Türkiye – İsrail dengesini ve Türkiye’nin İsrail ile Filistin arasındaki makul mesafesini sarsıcı nitelikte. Türkiye, Davos çıkışıyla zirveye çıkan öfke nöbetiyle Filistin sorununda bir uzlaştırıcı/denge unsuru olmaktan öte Filistin’in/hatta sadece Hamas’ın sözcüsü/temsilcisi olarak algılanma durumunu pekiştirdi. Eğer Türkiye, Filistin sorununun çözümünde aktif bir rol almak ve aktör vasfı yüklenmek istiyorsa, bunun ancak çatışma taraflarıyla kurabileceği yakın ve iyi ilişkilerle mümkün olabileceğini unutmamalı. Taraflardan bir tanesinin güvenmediği bir ülkenin, barış sürecinde etkili rol oynayabileceği oldukça tartışmalıdır.

Ak Parti hükümetinin Hamas’la görüşmesi ve Hamas’ın yer almadığı bir barış sürecinin anlamsız olacağı tezi yanlış değil. Nitekim Hamas, siyasi partisi eliyle Gazze’de halk oyuyla iktidarı elinde tutuyor ve meşru bir hükümet. Fakat Erdoğan hükümeti, Hamas’ı sürece katma işini biraz abartmış gözüküyor; işi Hamas’ı sürece katma uğruna İsrail’le ilişkileri feda etme noktasına getiriyor. Hatırlartmak gerekir, Hamas liderliği ile tek görüşen ülke Türkiye değil, Fransa da üst düzey diplomatları aracılığı ile Hamas’la diyalog halinde ve bu süreci İsrail ile Hamas arsında mekik dokuyarak gerçekleştiriyor. İngiltere ve İspanya’nın da Hamas’la ilişki halinde oldukları biliniyor. Yani Hamas’ı muhatap alıp sürece katmaya çalışmak, Erdoğan hükümetinin yaptığı gibi, Hamas’ın gayriresmi sözcülüğünü yapmayı gerektirmiyor. Bunun, barış sürecine katkı sunmaktan öte sürecin önemli bir ayağı olacak “dengeleyici Türkiye” unsuruna zarar verdiği çok açık.

Erdoğan’ın sorunlu tavrının, Türkiye’nin Ortadoğu’da özellikle Arap dünyasında prestijini arttıracağı söyleniyor. Nitekim bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde, Gazze’de Erdoğan’a destek mitingleri düzenleniyordu. Erdoğan’ın farkına varması gereken, bir taraftan bu tavrıyla Arap dünyasında Türkiye’nin prestiji artarken, diğer tarafta İsrail’le ilişkilerin eskisi kadar yakın olamayacağı gerçeği. İsrail’e ve Batı’ya mesafe almış, İran’dan farksız bir Filistin duruşu sergileyen Türkiye’nin, Filistin sorununun çözümünde “ortak akıl/dengeleyici ortak” olarak bulunma şansı kalmıyor. Erdoğan’ın sert çıkışları, sandığının aksine Türkiye’nin elini ve pozisyonunu güçlendirmiyor.

Erdoğan’ın Davos’taki sert çıkışının, her şeyden önce diplomatik üslup bakımından tasvip edilecek bir yanı olmadığı da kesin. Sorun, dile getirilenlerin doğru olup olmamasından çok ağızdan çıkanların “nasıl” çıktığına dair bir “biçem” sorunudur. Diplomasi, bir temsil ve uygulama öğesi olduğu kadar tezlerin doğru yer ve zamanda, en makul ve etkili kelimelerle ifade edilmesini de tanımlar. Açıkçası Erdoğan’ın tepkisi, herhangi bir yurttaşın İsrail’e tepkisini yansıtırken kullanacağı ifadeleri kullanması bakımından diplomatik olmaktan çok uzaktı, avam bir tepkiyi yansıtıyordu. Erdoğan’ın, özünde haklı olduğu sözleri diplomatik bir çerçevede söylemesi bu krizin önüne geçebilirdi. Sözgelimi, “siz insan öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” türü Chavez – Ahmedinejad yollu bir cümle yerine, Peres gibi Nobel Barış Ödülü sahibi bir devlet başkanının insan ölümlerine seyirci kalmaması gerektiğinin vurgulanması, çok daha etkili, yapıcı ve bir o kadar da diplomatik nezakete uygun düşen bir hareket olacaktı.

Unutmamak gerekir, Sarkozy de, Peres de, Livni de ve diğer devlet başkanları da en az Erdoğan kadar hiddetlenebilecek, “masaya yumruğunu vurabilecek” insanlar. Her insan yapabilir bunu. İş, masayı yumruğunu vurmadan, öfkelenmeden, kızarıp bozarmadan tezlerini etkili ve güçlü bir vurguyla anlatabilmek. Diplomasiyi diplomasi, siyaset erbabını siyasetçi yapan, tam olarak budur.

İsrail, her şeye rağmen Türkiye ile işbirliğine devam edecek. İsrail’in resmi tavrını henüz bilmesek de Peres’in tartışma sonrasındaki ilk açıklamaları bu yöndeydi. Politik, ekonomik ve stratejik zorunluluklar, iki ülkenin sürekli işbirliğini zorunlu kılıyor. Zaten kaygımız, İsrail ile Türkiye ilişkilerinin kopması değil. Kaygı verici olan, İsrail ile Türkiye arasındaki güven duygusunun zayıflaması. Bu, hem Türkiye hem de İsrail için bir kayıp olacaktır. Ne Filistin sorununun çözümünde denge işlevini kaybetmiş bir Türkiye, ne de güvenebileceği laik- Müslüman bir müttefiki olmayan İsrail, barış için umut vermeyecektir. Erdoğan’ın, acilen bu amatörlükten sıyrılıp bir zamanlar Brüksel – Kopenhag yollarında takdirle izlediğimiz profesyonel çıkışlarını sergileme zamanıdır. Aksi halde, çok geç olacak.

10.02.2009

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder