Avrupa Birliği: Efsaneler ve Gerçekler Arasında

Avrupa Birliği, özellikle son 5 – 6 yıllık siyasal süreçte, adaylık ve müzakere süreçlerinin etkisiyle sadece entelektüel düzeyde değil, sıradan insanın da sıkça “tartışmaya çalıştığı” politik başlıklardan birisi oldu. AB süreciyle ilgili bazı sorular, çoğunlukla AB karşıtlarınca artık amentüleşmiş halde AB’yi olumlu bulanlara ya da destekleyenlere sıkça yöneltiliyor. Belirli soru(n)lar üzerinden AB’yi niçin desteklediğimizi açmaya çalışalım. Belirtmek gerekir ki, aşağıdaki soruların cevapları çok daha ayrıntılı ve sistemli olarak cevaplandırılmayı hak etmektedir, fakat yerimizin sınırlılığı nedeniyle genel çerçeveyi çizmeye çalışmakla yetindik.

Soru: AB emperyalist midir? Bizi bölme tehlikesi var mıdır?

Emperyalizm, kelime anlamıyla " bir ulusun, başka bir ulusun ya da başka ulusların toprağını ele geçirerek yayılması anlamına gelmekle birlikte , günümüzde daha çok ekonomik ve siyasal gücü ellerinde bulunduran devletin, daha zayıf konumdaki devletler üzerinde siyasal ve ekonomik egemenlik kurmaya çalışması ve bu amaca dönük siyasalar gütmesidir, bu amaçla çeşitli araçlar kullanmasıdır.

AB’nin kuruluşunun temelinde, ilk elde Avrupa’da, sonrasında ise dünyada kalıcı barış ortamının tesis edilebilmesi, siyasi ve ekonomik istikrarın kalıcı ve sürdürülebilir hale getirilmesi, özgürlük ve demokrasi ilkelerini korumak, hukukun üstünlüğünü güvenceye almak ve insan haklarına saygının yerleşmesini sağlamaktır.

Nitekim AB, 30 yıl içinde iki tane dünya savaşının çıkış noktası olan Avrupa’da, II.Dünya Savaşı’nın yıkıntılarının üzerinde doğdu ve temel amaç, öldüğü söylenen Kant’ın ebedi barışına bir adım olsun yaklaşabilmek, sorunları uzlaşı ve ortaklaşma üzerinden çözebilme kapasitesini geliştirebilmek ve siyasal istikrarı, ekonomik işbirliği ile perçinlemekti. Bu bakımdan, varoluş nedeni “kalıcı ve sürdürülebilir bir barış ortamının tesisi” olan bir örgütün emperyalist olduğunun söylenmesi, örgütün varlık amacıyla çelişiyor.

Ayrıca, AB, kurucu andlaşmaları ile her üye devletinin bütünlüğüne saygı gösterir ve bunu güvence altına alır. Nitekim, bugün AB’ye tam üye olan hiçbir devlet bölünmemiştir. Zaman zaman İspanya’nın AB tam üyeliği nedeniyle bölünmeye doğru gitti ifade edilmektedir. Bu söylemler de gerçeği yansıtmaktan uzaktır, nitekim İspanya, 1975’te Franco’nun ölümünün ardından demokrasiye geçiş sürecinde 1978 Anayasası’nı kabul etmiş, ve bu anayasa ile 17 özerk bölge tanınmıştır. Bu sene içerisinde Zapetero hükümetinin Katalonya ile olarak gerçekleştirdiği reform planı ise, Katalonya’daki özerklik rejiminin değişimidir, ve AB’nin burada herhangi bir talebi ya da istemi söz konusu değildir. Olay, sadece İspanya’nın gerçekleştirdiği bir özerklik rejimi değişikliğidir.

Unutmamalı ki, AB’nin siyasal ve ekonomik uyum kriterleri, üye ülkelerdeki politik ve iktisadi istikrarı güçlendirdiği için, bölünmeden çok birlik duygusunu güçlendirmektedir. Nitekim, söylemi “farklılıkta birliktelik” olan AB etkisiyle, giderek daha çok sayıda insan, farklı kimlik ve aidiyetleri ile bir arada yaşayabileceklerini, varolmanın tek koşulunun mono-tip olmak olmadığına ikna olmuşlardır. Bu duygu, şüphesiz ki birlik duygusunu güçlendirecektir.

Soru: Ama AB üyeliği ile egemenlik Brüksel'e devredilecek, peki bu bizim ulusal çıkarlarımızı ve milli egemenliğimizi zedelemez mi?

AB hukuku dediğimiz sistem, ki Brüksel hukuku olarak da isimlendirilir, AB'ye tam üye olan devletlerin, egemenlik unsurlarından tanımlamış belirli unsurları, çerçevesi çizilmiş kadarıyla Brüksel'e aktarmaları, ve bu aktarmanın Brüksel havuzunda toplanmasıyla oluşur. İşte oluşan bu Brüksel havuzu, AB hukukunu ve sistemini meydana getirmekte ve AB'nin ulus ötesi olmasının temel adımı olmaktadır. Brüksel havuzu, AB’nin hukuki, siyasi ve iktisadi işleyişinin temel unsurudur.

Sözgelimi Türkiye Anayasa'sında yer alan, ve 2004 yılındaki Uyum Paketleri çerçevesinde eklenen cümle, şöyledir: “(Ek: 7.5.2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” Bu madde ile, ulus ötesi uzlaşıların oluşturduğu kural ve normların, ulusal normlara üstünlüğü kabul edilmiş oluyor. Dolayısıyla, AB tam üyeliğini hedefleyen Türkiye’de, parçası olmak istediği kurumun ortaklaşmasına uyulmanmış, kendisini hazır hale getirmiş oluyor. Yani olası bir Türkiye’nin AB üyeliği halinde, AB işleyişini mümkün kılacak bir adım atmış oluyor Türkiye.

AB içerisinde, bir ulus devletin attığı her adımın bir geri dönüşü vardır. Başka bir deyişle, ulusal şerhler, daima Brüksel havuzunun işleyişinde etkili olabilmektedir. Zaten AB'nin amacı, ulusal paradigmaları olabildiğine aşmak olduğundan, Brüksel hukuku meydana geldi. Bu nedenle, egemenlik devrini ölüm gibi gösterenler, insanların AB hukuku ve siyasal sistemi konusundaki bilgisizliklerinden faydalanmak istenci güdüyorlar.

Soru: Ama nasıl olsa AB bizi almayacak, niçin bunca taviz veriliyor?

Bir defa, AB süreciyle ilgili olarak hiç hazzetmediğim bir kelime, "taviz vermek". Şunu zihnimize yerleştirelim: AB, kurucu andlaşmaları ve sonradan imzalanan siyasi ve ekonomik amaçlı andlaşmaları ile, bir bütünlüğe dayanan sisteme sahiptir. Dolayısıyla bu sisteme dahil olmak isteyen her devlet, kendi yapısını AB sistemine "uyumlandıracak" yasal değişiklikleri gerçekleştirmek, ve bunları uygulamaya geçirmek zorundadır. Bu, İngiltere için de geçerliydi, İspanya için de geçerliydi.. her aday üye için geçerliydi.

Deniliyor ki, "AB niçin bizi 40 yıldır süründürüyor?" Unutmayın, 1959 Roma Andlaşmasından bugüne, bu ülkede 2 askeri darbe, 1 muhtıra ve 1 tane de post modern dedikleri darbe yaşandı. Bu, başka hiçbir AB aday ülkesinin yaşamadığı bir olağanüstülük idi. Ayrıca, nüfusu 70 milyonu aşan, nüfusunun %40’ı yoksulluk sınırında yaşayan, vasıflı insan sayısının toplam nüfusa oranının görece az olduğu, sivil – asker ilişkilerinin bir “tuhaf” olduğu, cemaatçiliğin içsel olduğu bir ülkenin adaylık süreci, doğal olarak İngiltere ya da İspanya’nın üyelik sürecine benzemeyecektir, dolayısıyla tam üyelik sürecinin 40 küsür yıla yayılmasına bir de bu yönüyle bakmayı deneyebiliriz.

Gelelim, "AB bizi almayacak" hayıflanmalarına. Hatırlatmak gerekir, İngiltere, tam üyelik yolunda De Gaulle'ün Fransa'sından tam iki defa veto yemiştir, hem de tam üyeliği an meselesi iken. İspanya, 8 yıllık zorlu bir sürecin ardından, tam üyeliğine günler kala "ama İspanyollar çok fakir" denilerek dışarıya itilmeye çalışılmıştır. Ama ne İngilizler, ne de İspanyollar, hamasi milliyetçiliğe kapılmadan bildikleri yolda devam etmiş ve tam üyeliği elde etmişlerdir, her şeyden önemlisi, ısrarcı ve kararlı olmuşlardır.

Tam üyelik sürecini, hiçbir aday ülke güle oynaya geçirmez, hatta AB'ye destek oranının en çok düştüğü dönem, tam üyelik sürecinin ilerleyen aşamalarıdır. Dolayısıyla, milliyetçi hamasete en açık dönem de, müzakere süreci.

Türkiye’nin sadece siyasi ve iktisadi kriterleri yerine getirmesi yetmez, aynı zamanda AB içerisinde bugün yaşanan krizlerle ilgili olarak da söyleyecek sözleri olmalı. AB tarafı, bu anda bizi daha fazla ciddiye almaya başlayacak, istekli olduğumuz konusunda daha da inandırıcı olabilmeyi başarmak mümkün olacak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder