Türkiye, yaklaşık 62 yıldır adil ve çok partili seçimleri
gerçekleştiriyor ve 1950'den bu tarafa gerçekleşen tam 16 genel seçimde de,
kendini solda tanımlayan bir siyasal parti tek başına iktidar olamadı.
Özellikle 12 Eylül 1980'den sonra solun girdiği yapısal kriz, son yıllarda
AKP'nin iktidara gelmesiyle birlikte gittikçe derinleşen bir kimlik krizine
dönüştü. Türkiye solunun, içerisinde bulunduğu kimlik krizini aşmak için
'Müslüman sol' kavramından yararlanması gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye
solu, en güçlü dönemlerini 1960'ların ikinci yarısından itibaren yaşamaya
başladı. 1961 Anayasası'nın sağladığı nispi özgürlük ortamının ve dünya
genelinde yükselişe geçen sol hareketlerin etkisiyle Türkiye'de de güç kazanan
sol, özde muhafazakâr bir yapıya sahip olan Türkiye'de, buna rağmen kendine
taban bularak, kurtuluş, eşitlik, adalet ve özgürlük söylemiyle geniş bir
kitleye seslenme olanağı buldu. Bu dönemde Türkiye solunun mottosu, ardı yoğun
bir pozitivizme dayalı olan ilericilikti ve bu düşünce hattında din,
kapitalizme ve burjuva demokrasisine entegre olmuş bir gericilik kaynağıydı;
dolayısıyla solun mücadele etmesi gereken 'yıkıcı' gerçeklerden bir tanesiydi.
Oysa solun görmediği, daha doğrusu gördüğü fakat görmekten imtina ettiği, kendini
dindar olarak tanımlayan kitlenin homojen olmayıp, pekâla hayata soldan bakan
'birey'leri barındırdığıydı.
SİYASET
SAHNESİNE ÇIKIŞ
1980
öncesi Türkiye'de, İslami kesim ilk kez Milli Nizam Partisi (MNP) eliyle DP -
AP çizgisinden bağımsız olarak siyaset sahnesine çıkıyordu. Fakat o dönemde tüm
dindarların Erbakan ve arkadaşlarını desteklediğini söylemek yanıltıcı
olacaktır; nitekim özellikle 1970'lerin yükselen solunun ardında pek çok
dindarın da oyu ve mücadelesi bulunmaktadır. Solun derdi ise, toplumu 'din
afyonu'ndan kurtaracak bir perspektif üretmekten ibaretti; devrim
gerçekleşince, insanları dine yönelten sebepler de ortadan kalkacağı için,
bireyler, dinden özgürleşeceklerdi. Türkiye solu, saflarındaki dindarlara bunu
anlatıyordu.
Türkiye,
gündelik ve bireysel hayatta ağırlıklı olarak muhafazakâr kodların egemen
olduğu, bunun da haliyle siyasete yansıdığı bir ülke. Türkiye'de muhafazakârlığın
en önemli besleyeni ise, şüphesiz, İslamiyet. Dolayısıyla Türkiye şartlarında
siyaset üretmek isteyen, iktidarı deneyimlemek isteyen bir hareketin, mutlaka
İslamiyetle ve toplumda içkin olan İslami değerlerle ilgili kapsamlı ve yapıcı
bir pozisyon üretmesi gerekiyor. Ancak Türkiye solu, İslamiyet'e karşı bugüne
kadar arka plânı zayıf bir materyalizmden ve din karşıtı propagandadan öteye
gitmeyecek bir tavrı yeğledi ve geniş bir dindar kitle ile iletişim kurma ve bu
insanlarla politik paydaşlık kurma çabasından kaçındı; hatta bu kitleyi, sağın
doğal paydaşı olarak görerek rakibi olarak görmekten imtina etmedi. Yine
Türkiye solu, dindar bir insanın da sosyal adalet, toplumsal eşitlik, bireysel
ve kitlesel özgürlükler gibi dertlerinin olabileceğini, dinin dogmatik olduğu
ve aynı zamanda kapitalizme eklemlendiği varsayımına dayanan sığ bir pozitivizm
eşliğinde reddetti.
12
Eylül 1980 darbesi, Türkiye solu üzerinde yıkıcı etkilere yol açtı. Kitlesel
etkinliğini yitiren sol güçler, bugünlere kadar gelen ve sürmekte olan bir
kimlik krizine kapıldılar. O güne değin hemen hemen tüm ötekileri bünyesinde
'topyekûn kurtuluş' düsturuyla toparlayabilen sol, 12 Eylül'den sonraki süreçte
kimlik siyasetinin önem kazandığına tanık oldu. Feminizme, Kürt hareketine, Alevi
hareketine, özgürlükçü sosyalist hareketlere bir anlam vermekte zorlanan
Türkiye solu, özellikle 1990'lardan itibaren ulusalcı reflekslerle kendini
yeniden üretmeye çabaladı ve yine bu dönemde de dine karşı bildik pozitivizm
kaynaklı eleştirileri dillendirmekten imtina etmedi.
SOLUN
DİNE SORUNLU BAKIŞI
Türkiye
solunda, dindarlara yönelik algının besleyeni olan pozitivist zihniyet yapısı,
aynı zamanda solun bugüne dair olan biteni ıskalamasına neden olması bakımından
ilginç. Yani başka bir ifadeyle, solun İslamiyet'e dair sorunlu bir pozisyon
almasına neden olan zihniyet algıları, solu salt İslamiyet'le değil, aynı
zamanda solda yaşanan ve ortaya çıkan değişim sürecine de yabancılaştıracak
kadar güçlü. Bugünün solundan beklenen, kimlik siyasetleriyle ortaya çıkan grup
taleplerini siyasete taşıyarak kamusallaştırabilmesi ve 'siyasal derdini'
buralardan kurabilmesi ve bunun üzerinden kitlesel bir politika üretebilmek
becerisini gösterebilmesidir. Pozitivizmle bağını koparmış, cumhuriyeti ve
rejimi koruma-kollama istencinde mukim ulusalcılık reflekslerinden özgürleşmiş,
geçmişine saplanıp kalma tutuculuğundan sıyrılabilmiş bir sol hareket, sadece
hayattaki ve siyasetteki değişimleri anlamakla kalmayacak, aynı zamanda kendi
kimlik krizini de aşabilmiş olacaktır.
Bu
yönüyle, Türkiye solunun dindarlarla iletişim kurma çabası, solda halâ yaygın
şekilde içkin olan ve tümüyle geçmişe ait olan reflekslerin sorgulanmasını da
beraberinde getirmesi bakımından da işlevsel, başka bir ifadeyle Türkiye
solunun dindarları anlamaya çalışması salt bir sol - İslamiyet ilişkisi
kurmanın ötesinde, solun yıllardır aşamadığı kimlik krizini aşması için de bir
fırsat yaratabilecek kadar önem taşıyor. Türkiye solu, dindarları anlamasına
engel olan paradigmaları aşmaya çabaladıkça, kendini kimlik krizine sürükleyen
nedenlerle de yüzleşmiş olacak ve dindarlarla iletişim kurma çabaları, solun
Kürtlerle, Alevilerle, feministlerle... de iletişim kurma ve birlikte siyaset
üretme imkânlarının önünün açacaktır.
EVRENSEL
DEĞİLCEMAATÇİ SOL
Kanımca,
yıllardır 'sol cemaat içi' tartışmalarla solun kimlik krizini aşmayı
beceremeyen, kendilerine benzemeyen sol güçlerle yan yana gelmekten imtina eden
Türkiye solu, kimlik krizini aşmak ve kendini tepeden tırnağa sorgulamak için
dindarlarla iletişim kurmayı denemeli. Türkiye solu, dindarların homojen
olmadığını, 'iş, ekmek, özgürlük, adalet..' gibi sol söylemleri sahiplenip,
hayata soldan bakan dindarların da varlığını kabul edip, bugüne değin
bildiklerini yeniden sorgulamalı ve sorgulamanın sola açacağı entelektüel ve
pratik alanı solun fark etmesi gerek. Türkiye solu, yakın vadede toplumsal ve
siyasal bir alternatif olmak istiyorsa, kendisi açısından bilinen dünyayı
yeniden düşünmek ve kurmak zorunda, aksi halde kısır ve sığ tartışmalar
içerisinde kendini tüketmeye devam edecek.
01.05.2012 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder